5 Kasım 2010 Cuma

naif hat


edebiyatta naif bir hat izliyorum bugunlerde. Nicola Barker'ın ilk oyku kitaplarından Heading Inland'den sonra bir John Updike aşk öyküleri seçkisine geçtim: The Women Who Got Away. 50ler, 60lar, çekingen aşklar. derken Ilgın, Richard Yates'in Liars in Love'ından öykü çevirsek mi Sıcak Nal'a diyordu, ben de okumamıştım, onu aldım elime. Yates'in o basit ama etkili anlatışına bıraktım kendimi. Updike'dan sonra öyle net bir süreklilik oldu ki, sanki bir edebiyat deneyinde üretilmiş metinleri okuyormuşum gibi geldi. Liars in Love'dan öykü çevirebileceğimizi pek sanmıyorum. her biri 30 sayfa. ama 3 sayfa gibi okunuyor ayrı mesele. Updike ile Yates'in kahramanlarının sokak kadınlarıyla rabıtaları bile birbirini takip ediyor gibi. bir de üstüne arada Mad Men seyrediyorum. üstelik eski sezonları. She is so much woman günlerini...

The Wire diye bir dizi varmış, ilk kez Londra Anarşist Kitap fuarında duydum! :)
polisiye bir dizi anladığım kadarıyla. ama seyreden etkisinden çıkamamış. çok kaliteli olduğunu söyleyip durdular. Anarchist Studies standında dururken standa gelen bir anarşist akademisyen ısrarla tavsiye etti durdu diziyi. yan stanttaki eski tüfek eğitimde anarşi yanlısı amcalar da meğerse her bölümü sular seller gibi bilirlermiş. cahil cahil kaldım. sonra Londra'dan Loughborough'ya dönerken trende Guardian okuyordum, ve bir gazetede The Wire'ın adını anan tam iki (2) yazıya rastladım!
bir komplo gibi...
seyretmeye deger mi bilem
edim. amazondan baktım. 5 sezonu oynanmış bitmiş kutuda satılıyor indirimde falan. 5 sezon. hadi paraya kıyıp aldın diyelim. peki zamana nasıl kıyacaksın!
evsahibiyle konuştum, ayağını falan kırarsan harika olur öyle deme diyor...
tam bir cennet tasavvuru gibi gelmedi...
gene de merakım sürüyor...

okulda Robyn Roslak'ın neo-Impressionism and Anarchism'ini çalışıyordum bugün. Roslak bu konuda yeni birşey söylemiyor denebilir ilk başta. neo-empresyonistler ile anarşizmin bilinen bağlarının üzerinden geçiyor gibi. ama yaptığı farklı bir şey var ki işleri okumaya yöneliyor. tek tek konularına, ele alınışlarına bakarak. resimleri önüne açıp inceliyor. aanatkarlar nasıl ele alınmış, Paris (şehir) nasıl ele alınmış.
sanat eseriyle düşünmek dediğim şeyi örnekleyen tarafı öne çıkıyor.
neden neo-empresyonistleri anarşist basında bu kadar az kullanıyoruz diye alakasız bir şey düşündüm okurken.
biz de suçluyuz, ne Karaşın'da, ne Varlık'ta vs dosyalar yaptığımız dönemde, ne de Siyahi'de hiç ilgilenmedik.
varsa yoksa günün politik sanatı.
halbuki biraz anarşist ikonografiden zarar gelmezdi.
noolurdu okurlar gene mi bir anarşist dergide Maximilien Luce deselerdi, yani artık yeter falan gibisinden...
:)
ileriye kaçmışız galiba, Kıvılcımlı'nın deyimiyle, sadece bugünün politik sanatını arayarak...
bir sonraki fırsatta kulağımıza küpe olsun...