29 Eylül 2011 Perşembe
Konya - İstanbul treninde yere sakızı kim attı?
17 Eylül 2011 Cumartesi
Gümüşsuyu'nda kavga var!
Bir dolmuşçunun bir kavga ayrıldıktan sonra geçişi gibi bir kavga ayrıldıktan sonra yazmak!...
13 Eylül 2011 Salı
NATO KAFA NATO MERMER ANTİ-EMPERYALİZMCİLER İÇİN ARAP BAHARI EL KİTABI
"ULUSAL"
ANTİEMPERYALİZM
Türkiye'de
hayli yaygın olan anlayışa göreyse emperyalizm sanki bazı
bölge ve ülkelerin dışında olan ve onlara "dışardan"
dayatılan bir şeydir. Buna göre emperyalizm, milli bünyeye
dışardan saldıran ve onu hakimiyeti altına alan yabancı bir
güçtür. Bu anlayış, toplumsal sınıfları ve sınıf
mücadelesini esas almaz; onun öznesi ezen ve ezilen uluslardır.
Bu bağlamda, emperyalistler ve onların yerli uzantılarınca
"ulusal sömürüye" tabi tutulan "ulusumuz"
neredeyse doğası itibariyle antiemperyalisttir; bir nevi
"proleter ulustur". Anti kapitalist vurgusu hayli zayıf
olan bu "anti emperyalizm" biçimi, kendini sınıfsal
temelde değil ulusal çıkarlar ekseninde tanımlar. Oysa
emperyalizm dış mihraklarca dayatılan dışsal bir hakimiyet
biçimi değildir. Emperyalizm, dışardan gelen bir tür ithal
ürün olmaktan ziyade her kapitalist toplumsal formasyona zaten
içkindir. Kapitalizm-emperyalizmin her kapitalist toplumsal
formasyonda mevcut ortak yapısal unsurları vardır ve bu anlamda
her kapitalist ülke emperyalist zincirin bir "halkasıdır".
Herhangi bir kapitalist ülke emperyalistlere kölece boyun eğen
işbirlikçilerce yönetildiği için değil, emperyalist sistemin
doğrudan bir parçası olduğu için bu ilişki içseldir."
|
1 Temmuz 2011 Cuma
KANYON
5 Haziran 2011 Pazar
MİLENYUMUN SAHİPLERİ COŞTU
Utku Özmakas'ın (Milenyum şiiri ha Öyle mi?, 3 haziran, BirGün) metnine BirGün'deki köşemden (Dalalet) cevap yazmam uygunsuz olacak gibi göründüğünden bu blog yoluna sapıyorum.
Neden uygunsuz? Çünkü Özmakas'ın kişiselleştirmeleri ve aynı şeyleri tekrar etmemi talep etmesi veya heyecandan ne dediğimi okuyamamış oluşu dışında üzerinde duracak bir şey yok gibi görünüyor o yazıdan sonra. E şimdi bunlar bir metni okuyamıyorlar diye BirGün okurunun da okuyamadıgını mı varsayacağız?
Önce kişiselleştirme kısmına mı baksak. Özmakas'ın konuyu üstüne alınması garip. Ona cevap hakkı veren bir durum yok ortada. Milenyum şiiri adlandırmasını o bulmuş olabilir, İkinci yeni adlandırmasını da Muzaffer İlhan Erdost bulmuştu. Ben “meğer milenyum şiiri de bir iktidarmış” başlıklı yazımda Özmakas'ın şahsını veya kitabını ya da herhangi bir argümanını gündeme getirmemiş, ondan isim vermeden milenyum şiirinin bir 'figürü' diye sözetmiştim. O ise sanki milenyum şiirini kendisi temsil ediyormuş gibi cevap vermiş. Acaba benim kabalığım da bir ucundan vesile olmuş mudur konuya diye alçakgönüllükle yaklaşmamış da, her şeyin başlatıcısı benim kesin diye yaklaşmış. Bu iktidar refleksi hikayesine yine gelicez sanırım. İsimlerimiz nerede yazıldı adımız nerede geçmedi kültürüyle belki benim kabalığımı da birleştirmiştir dememiş mesela. Eskiden olsa ilginç derdim de şimdi ilginc olmadıgı anlasiliyor.
Şimdi şu tekrar meselesini bu blog notunda düşebilirim ama: Özmakas'ın iddiasına göre benim belirlemem “temel olarak milenyum sonrası bir şiire geçildiği” imiş. Hayır, bir şiire geçildiğini, başka bir şiire geçildiğini falan ilk yazımda yazmadığım gibi olayı böyle okumaya meraklı tek kişi Özmakas olmadığından ikinci yazımda da altını çizerek başka bir şiire geçilmedi başka bir ortama geçildi, başka bir şiir evrenine geçildi, başka bir şiir değil ama başka şiirlerin başka akışlarla hareket edebildikleri, dolaşabildikleri, işleyebildikleri başka bir ortam, bu da milenyum şiiri ortamının sonrasına geldiğimizi bize gösterdi demiştim. Bu kadar açık yazmama ve altını çizip durmama rağmen o gene eskisi gibi, ilk anladığı gibi anlamak istiyor. Acaba neden? Eski Türk şiirinin kimi reflekslerinin bir türlü sırttan çıkartılamaması mı sorun? Ayrıca milenyum-sonrası dememim bir diger sebebi de özellikle milenyum-şairi diye anılanların önayak oldugu bir olanagin genişlemesinden bahsetmek içindi yoksa belirli milenyum şairlerinin 2000li yıllar Türk şiirini temsil ettiğini falan da söylüyor degilim. halbuki kimi milenyum şairleri ve figürleri çok eminler böyle oldugundan sanırım. Bu egolar nasıl bu hale geldi diye merak ediyor insan...
Özmakas'ın gerçekten heyecanlanıp dogru düzgün okumadan kaleme sarılmış oldugunu öne sürmek bir açıklama, bir mazeret olabilir elbette, ama burada örtük bir mantık da olabilir. İnsan en azından polemik yazısı kaleme almadan önce adam ne diyor diye bir okumaz mı?
Şöyle bir değerlendirmeyi ben ne dersem diyeyim sürdürüyor: “Özellikle Enis Akın’ın tarihsel olarak bu sürecin ardından gelmediği, tam tersine önünde durduğu çok açık.”
ne garip. İkinci yazıyı yazmamın sebepleri arasında tam da ilk yazıdan sonra böyle yanlış değerlendirmelerle karşılaşmam ve acaba ben mi yeterince açık yazmadım, bir daha bir vurgulayayım bu meseleyi demem de yeralıyordu. Bu sebeple ikinci yazıda Enis Akın'ın elbette yeni çıkmadıgını uzun uzun anlattım. Yeni olanın başka bir şey olduğunu uzun uzun söyledim. Net cümlelerle altını çizerek söyledim hem de.
Milenyum sonrası iklimden bahsedip durmuşum ne gam. Ne kadar uyarırsam uyarıyım, o gene milenyum şiiri (ve onun baş temsilcisi olarak kendisi, Özmakas) gitti yerlerine de Enis Akın geldi demişim gibi cevap vermeyi tercih ediyor. Ben halbuki dediğim gibi onu baştemsilci değil bir figür olarak andım. Ve de onun gösterdiği refleks de ona özgü değil.
Ona özgü olan tek şey birden şaşırtıcı biçimde tanışıklıklara rağmen kabalaşmaktı. Bu da gene iktidar refleksine bağlanıyor. Bam teline basmışım belli ki. Burada benim için üzücü olan kişisel bir üzüntü belki kısmen ama aynı zamanda özgürlükçü dönüştürücü hamleler beklediğiniz bu işe yarasın diye desteklediğiniz öğelerin trene eklenmek dışında bir dertleri olmadığı gerçeğiyle yüzleşmek. Hem üzücü hem de tabii yanılan siz olduğunuz için zor.
“Milenyum havasının bitmesi, milenyum sonrası döneme geçmemiz, milenyum şairlerinin 'bittikleri' gibisinden kasap bir anlama gelmiyor.”
demişim. Bu, Özmakas'ın iddia ettiği gibi, tarihsel bakış açısını kasap olarak nitelediğim anlamına gelmez. Özmakas'ın ve benzerlerinin tarihsel bakış açılarını kasap olarak nitelediğim anlamına gelir. Başka bir sürü tarihsel bakış açısı var ve mümkün. Mesela benim örneklediğim tarihsel bakış açısı böyle çalışmıyor. Post-milenyum bir iklimden bahsedebiliyorum. Enis Akın gibi çıkışı milenyum virüsünden falan hayli öncelere giden bir şairin bu yeni iklimde yeni bir bağlamda işlerlik kazandığını düşünebiliyorum. Elimde bir kasap bıçağı, lineer bir tarih tasavvurunu bölmelere ayırıp, bunlar geride kaldı bunlar ilerde kaldı şimdi bunlar geldi vs demedigimi de kırk kere söylemişim iki yazıda.
Sonra “Ayrıca bu üç ismin ortaklığının, farkının ne olduğu birer tümce dışında hiç tespit edilmeden ve milenyum şiirine yönelik birtakım saptamalar yapılmaksızın bu sıçramanın nasıl gerçekleştiği açık olmayacaktır. “ demiş Özmakas. İyi de ben milenyum şiirine yönelik saptamalar yaptım, ama herkes kişiselleştiriyor fazlasıyla, her bir şairin ayrı serüvenleri olacaktır ve hiçbir serüven de bitmedi şerhini de koydum. Milenyum şiiri denen dönemdeki kimi deneycilikleriyle öne çıkan şairlerin fonksiyonlarının deneyler yapmak olmadığını (yeni bir deney yapmadıklarını) veya bu fonksiyonun yazdıkları şiirlerin değeriyle nitelenmediğini ama işlevleriyle, delik açmalarıyla, isyanlarıyla nitelendiğini söyledim. Milenyum sonrası iklimin nasıl farklı bir okumaya imkan verdiğini göstermek için de üç farklı isim seçtim bu dönemde başka bir akış kazanmış.
Doğrusu Özmakas'ın yazısına bakıyorum bakıyorum, bir cevap yazayım konunun yakından takipçilerini en azından gözönünde bulundurayım diyorum ama benim önermelerime karşı bir önerme bulamıyorum, bir şey tartışmak da dolayısıyla pek mümkün değil gibi bu şekilde.
Sanırım tek bir konu kalıyor üzerinde bahsetmeye değer, iktidar konusu. Bana abilik tasliyor demesi komik, kaç yıldır bu işlerin içindeyim, ne kimseye müritlik yapmak ne de kimseye abilik yapmak gibi işlerle bir alakam olmadığını herkes biliyor. Bana karşı kabalaşmasına bozuldum ve şaşırdım evet. Fakat şiir aleminde abilik yapmak böyle bir şey degildir. Gitsin o abilere kabalaşsın hemen örneklesinler. Ama abilere hiç dil uzatmadığını bütün eleştirilerini genç şairlere yaptığını da bir tespit olarak sağda solda duyuyordum Özmakas'ın. Bu açıdan bakacak olursak bana saldırmış oluşunu bir gençlik aşısı gibi de yorumlayabiliriz! Veya şunu diyebiliriz -tam da öyle abiciliklerle işim olmadığı için sen bu çıkışı yaptın zaten. Kabalaşıyorsun çünkü abilerinden biri değilim. Olmam da. (iktidarın-yeri farkındalığının Foucault'dan çok önce anarşizmle bize kazınmış olduğunu da hatırlatırdım ama sanırım farketmez. Her ne kaynakla olursa olsun baktın mı görülüyor.)
Yazının genelinde bir iktidar refleksi havası var ama sadece başlık okumakla da olmuyor ki bu iş, meğer milenyum şiiri de bir iktidarmış diye başlık attım dogru, ama dikkat edilirse bir iktidar diyorum, yani Türk şiirinin iktidarına onlar geçtiler asla demiyorum, lafa meğer diye başlamamın da bir sebebi var: ben böyle birşeyin farkında degildim diyorum. Şaşırdım, meger böyleymiş. Ama bu şu da demektir: meğer kendilerini iktidar görüyorlarmış! Ben muhalif bir girişim sayarken meğerse kendilerini iktidar gördüklerini, kolayca iktidar refleksi gösterebildiklerini, bir takım başka olayları ve gelişmeleri ve reaksiyonları da dikkate alarak birbirine bağlayabildim ve buna şaşırma ünlemidir o. Yoksa ben Türk şiirinin iktidarına geldiler falan demedim. Yok böyle bir şey. Ama gelmek istiyorlar, geldiklerini de sanmışlar hatta kimileri. İşte burası ilginç. Benimle yazışmalarından bölümleri biz böyle böyle yazıştık diye gazetelere yazması ve bunun için benden izin almamış olması benim nezdimde en basitinden ayıptır. (başka bir şey de söyleyebilirim de bu kadar söyleyeyim). Ben bu konuyu gazetede tartışmadan önce ona email attım önce kaba cevaplar aldım sonra cevap alamadım. (çok meşgul bir akademisyen oldugu için veya meğerse bir iktidar olduğu için, bilemiyorum) ama zaten özel yazışmalarımızdan tırnaklarla falan alıntı yapmadım. yapmam da. O yüzden içim rahat. Özel yazışmada kendi kullandıgım kimi argümanları sözleri tekrarladıysam da yazımda bunları belirtmeden ve yeni bağlam içinde yaptım. Emailde konuşulanlar benim için emailde kaldı. Futbolcular bile sahadaki olay sahada kaldı demeyi biliyorlar. Demek ki bunlarla yazışırken konuşurken vs de samimiyet kartlarına güvenmemek gerekiyormuş. Alttan bir kazık gelebiliyormuş. Fakat ikinci yazıda dediğim gibi, bu benim sorunum, Türk şiirinin meselesi degil. İktidar refleksi dibimizde büyümüş farketmemişiz, kendi kendine zindanlar atamış. İlk de bizi attı ne yapalım şimdi. Beni kimler kimler zindanlarına attı. Ben çıkarım. Ama onlar zindanın kapısında kalabiliyorlar. Özmakas çok genç hala (bunu demese miydim, şimdi abi gibi konustun diye heyecanlanmasın) umarım değişir, zindanın kapısından ayrılır... karşılaştıgım kabalıklardan sonra başka bir olumlu temennide bulunamayacağım dogrusu. En fazla bu kadarı çıkıyor.
Ha bir de ne diyordum, bu öyle bir yeni iklim ki belki Gülseli İnal da yeniden okunacak ve farklı bir yere oturacak. Siz Gülseli İnal'ı bilmemne yılında çıktı sanıyorsunuz di mi, belki şimdi bir daha çıkacak. (bu çıkma tarihi saplantısı açısından söylersek).
Milenyum şiiri kitabına nerede 'istisnai' dediğimi hatırlayamıyorum. Yazışmalarımı gmailden search ettim, istisnai sözcüğünü orada kullanmamışım. O kitap üzerine özel bir yazı yazmayı da bir ara kurmuş sonra yazamamıştım. Acaba bir konuşmada mı söyledim veya geçerken başka bir bağlamda mı dedim istisnai diye? Ne zaman oldu bu? Neyse, bilemiyoruz, ama iki şey var: a)istisnai demek muhteşem demek değildir istisnai dediysem bile, b)”istisnai olarak nitelenen kitap bir haftada nasıl iktidar oldu” diye ünlemiş Özmakas. Allah allah, senin kitabından bahseden kim? Ben her iki yazının hicbir noktasında ne kitabı tartıştım ne de o kitap hakkında bir yorumda bulundum. Kitap nasıl iktidar olsun, insanlar oluyor, veya olmak istiyorlar, diyelim. Gene kendisini temsili bir statüde görme durumu sanırım ve de kitabını. İkinci yeniyi de Erdost mu temsil ediyor diye tekrar soralım...Dediğim gibi, bırakınız 'istisnai'yi 'muhteşem bir kitap' demiş olsam ne olacak, burada o kitap hakkında her şeyi kendine yontan bir bakışın hayallerindekiler dışında bir tartışma yok, tek bir kelime edilmiyor o kitapla ilgili. Aklımın ucuna da gelmedi açıkcası yazarken. Ama benim muhalefette sandıklarım meğerse kendilerince iktidar olmuşlar dedim, ve ben bunu bir haftada farkettim evet. dank etti ya da. Yanılmışım, yeterince uyanık olmamışım öncesinde. Ama tabii bu dönüşümleri bir haftada olmamıştır. Ne kadar sürdüğünün tarihini kendileri yazsınlar...
Cevap hakkı nerede doğar diye de tekrar sormamız gerekiyor. Şimdi Enis Akın'ın Sylvia Plath kitabı var diye birisi Plath artık bitti yazısı yazarsa Akın'ın cevap hakkı mı doğacak? Burada bir sahiplenme, o alanın sahibi benim, onu ben temsil ediyorum, ona dokunanı yakarım tarzı dayılanma var. milenyum lafının patenti telif hakkı vs Özmakas'daysa son 10 yıl şiiri diyeyim, daha önce bir yerde dediğim gibi Sıfırlar (0'lar) diyeyim, 1000 yıl şiiri diyeyim de utanç verici bir söz daha işitmeyelim...Bundan sonra Binyıl-sonrası falan diyelim bari...
Aslında pek de gerekli olmayan ve meraklısına notlar bıdıbıdılıgındaki bu notları konunun az sayıda yakından takipçilerine yazdıktan sonra esas meseleye geçebiliriz.
Milenyum-sonrası iklim vaadkar bir iklim. Şairlerin hiçbirini iptal etmiyor. Milenyum şairleri de dahil olmak üzere, bu okuma. Ellinci kez galiba söylersem. Ama bir şiir kavrayışının sönümlendiğini bize gösteriyor. Tam da sönümlenirken etrafı mı ısırıyor acaba?
Bu yeni okumalar yeni yazmalar yeni bağlantılar evrenini iyice bir elden geçirmek gerek. O da gazetelerdeki dergilerdeki yazılara kalsın...
Özellikle yeni okumalarla yeni yazmaların çapraz akışları ve kesişmeleri konusuna yönelmek gerek gibi gorunuyor...
11 Mart 2011 Cuma
İLETİŞİM ÇAĞI TÜRKİYE'DE DELETE EDİLDİ
Paranoya artık paranoya olarak anılamıyor. Stasi günleri yaşadığımız duygusu hakim. Von Donnersmarck'ın Başkalarının Hayatları (2006) filmini bugün seyretsem naif gözükür bütün o dinlemeler, takipler. İnsanları suçlamak için delillere ihtiyaç duyulması çok arkaik gelirdi herhalde! Emaillere kimse güvenmiyor, cep telefonları 'cebimdeki düşman', pencere kenarları bile olası gözetlenme noktaları sayılıyor bazen! MOBESE kameralarına karşı protest tiyatro oyunları yapan muhalif gruplarımız vardı bir zamanlar; şimdi olsa böyle bir girişim, gözetlemenin böyle çokgözlü, böyle yaygın bir hale geldiği bir anda hangi kamera, hangi dinleme cihazı önüne protesto yapılacak? Dahası arkadaşlarla yüzyüze konuşmalar bile bir tehdit. Sohbet arasında geçen hangi referansın sonra bir gün neye dönüşeceği belli değil. Mantık sınırları tespit edilemediği için alakalı alakasız herkeste bir temkinlilik var. Öyle oldu ki iletişim çağı Türkiye'de delete edildi. Zaten o bu bahanelerle sürekli internet yasakları da yaşıyoruz. Bloglar da kapandı. Yarın öbür gün bir Facebook – Twitter sansürü de beklemek gerek sanırım. Şimdi kullanılamayan telefonlar, çıkartılan piller, arkadaşlarla paylaşılamayan hayatlar yaşıyor Türkiye'de insanlar. Sıkı sıkı sarıldığımız bir özgürlüğümüz var: özgürlüklerin tıkandığını söyleyebilme özgürlüğü! Ki Ergenekoncular kontrolünde olsak bu da olmazdı diye sevinmemiz beklenmiyor mu temelde... Öte yandan gerçekten de durum bu! Militarist ortama göre daha fazla konuşma hakkı olduğu kesin. İşte kültürümüze özgü bir mutluluk sebebi!...
Türkiye'de delete edildi falan da aslında Natsidrük'te zaten çoktan delete edilmişti. Ama zannetmiyorum Türkiye siyaset ikliminde Kürtlerle genel bir empatiye yol açsın bu baskı ortamı. 12 Eylül bile açmadıysa...
10 Mart 2011 Perşembe
süper hızlı tashih
blogosfer örtü altındayken sansür yasak
4 Mart 2011 Cuma
TECAVÜZE UĞRAMAK İSTEMİYORSAN ARABAM.COM'A GEL
25 Ocak 2011 Salı
Granta 111
Granta'nın 111. sayısını okuyorum dünden beri. fena gerçekçi öykülerle çizmişler çerçeveyi. Aslında Leila Aboulela'nın Sudan (Hartum-Londra) öyküsü naif bir başlangıç bile sayılabilir. Ama o gerçekçilik üslubuna aralıyor insanı. Janine di Giovanni'nin Saraybosna hesabı sade sertlikte. Nicholas Christopher'ın şiirini beğeneceğimi hiç sanmamıştım okurken, ama biterken anlattı neyi iyi yaptığını. Chimamanda Ngozi Adichie'nin Lagos(Nijerya) öyküsü de sadelik içinde. Claire Vaye Watkins'in bir trafik kazasında bulunan arabadaki adrese mektuplardan oluşan öyküsü de eski yıllara götürdü beni. (Ki bu sayının üst başlığı da Going Back/Geçmişe Dönmek) Ama başlığa dikkat etmeden bile okunsa eski yıllara götürüyor...
Tango
Sıcak Nal'ın 6. sayısının Takip köşesinde yayınlanan Islak Yoldan Kurtuluş yazısını toparlarken madem cinsellik üzerine filmlere baktım da neden daha geriye gitmedim ki? neden yakın dönemde izlediklerimden ibaret bir okumaya yaptım? Linda Williams'ın Screening Sex'ini karıştırırken düşündüm bunu. Keşke Paris'te Son Tango üzerinde de dursaydım. Williams, Bertolucci'nin bir ilişkinin bir adamın bir kadının parametrelerini hikayesini bizzat doğrudan seks sahneleriyle anlattığından bahsediyordu. film baştan başa seks üzerine gibi algılanmıştı. eğer yazabilmiş olsaydım, Lady Chatterley'in hala ayrıksı bir yerde durduğunu söylemek isterdim: çünkü Bertolucci'de sorunlar cinselliğe yansıtılmakta, sorunlar cinsellikle çözülmek istenmekte, kısmen (geçici) başarılar elde edilmekte, sorunların gevşediği momentten itibaren de cinselliğe ihtiyaç kalmamakta ve cinsellik havası kaçan balon misali sağa sola çarparak sönümlenmekte. yani gene bir cinsellikle kurtuluş alıştırması var, tabii benim yazıda andığım diğer filmlerden çok daha derin bir yapı, ve de doğrudan belirsiz bir kurtuluş metaforu, orgazmik bir altın çağ metaforu yerine çok daha alçakgönüllü ama karmaşık bir yerli yerine oturtma şeması var.