30 Mayıs 2018 Çarşamba

“Soğuk Soğuk Sergi Gezmek”

“Soğuk Soğuk Sergi Gezmek” yazılarının ikincisine başladım dün gece. Üç vakte teslim ederim. Seri olarak sürdürmeyi hayal ettiğim bu yazıların ilk “seti” Sanat Dünyamız'da, Mayıs sayısında yayımlandı. Temelde birden çok sergi hakkında sözler diyebiliriz. Mayıs sayısında sözgelimi Elmas Deniz, Burak Delier, Selim Birsel, Süleyman Saim Tekcan, Ayşe Erkmen sergilerini ele alıyorum. Böyle bir seriye başlamanın maksadı özetle şuydu: Sanat üzerine konuşmanın ziyadesiyle ’konsensüs’ (sanat dünyası kodları içi söylenebilirin söylenemezin sınırlarını çizen genel uzlaşmalar bütünü) üzerine kurulu olduğu bir çağda, sansürün ve hatta otosansürün pratikte esas baskılayıcısının üstelik OHAL dönemlerinde, diktatörlük dönemlerinde dahi hâlâ “’konsensüs’ dışına düşmeme kaygısı” olabildiği günlerde özgün bir ifadenin tek şartı katıksız bir negativite imiş gibi duruyor haliyle. Zaten ‘konsensüs’ içinde kalındığı sürece muhalifliğe, sivriliğe tahammül olduğu, çünkü onun da bir kontenjanı olduğu açık. Ama ‘konsensüs’ dışına düşen kişi veya söz dalga dalga ve giderek kalıcı biçimde görmezden gelinebiliyor. Bütün bu sahneye bakıp “işlere, sergilere, duygulara, hayalgücüne yazık olmuyor mu” dememek güç. Başka bir yol nasıl aranabilir diye düşünüyordum. Sergilerle arama bir mesafe alayım, soğuk soğuk, yüz göz olmadan, öteden öteden gezeyim dedim. Ve bu sırada bir his beni yakalayabiliyorsa yakalasın. Bir şey hissedeceksem hissedeyim. Aklıma bir şey gelebilecekse gelsin. O kadar soğuk olayım ki konsensüs’ü de, özgünlüğün tek şartının negativite olduğu sanısı da tenimde hissetmeyeyim. Sergiyi, mekânı, eserleri, oradaki zamanı hissedeyim. E iyi de dağ fare doğurmuş denebilir. Olabilir, ama en azından dağın doğurduğu bir fare olsun dedim...


22 Kasım 2015 Pazar

Bellek Tiyatrosu

Simon Critchley, Bellek Tiyatrosu (2015, çev. Tuncay Birkan) ile edebiyat alanındaki çıkışını yapmış oldu. Crtichley'i bir düşünür olarak tanıyoruz, elimizdeki de bir novella. Ama o kadar çok gerçek olaya ve kitaba gönderme var, ve o kadar çok deneme tadında bölüm var ki kararsız da kalabiliyoruz. Artık tanıdık gelen bir gelenek uyrınca, kurmacayı kurmaca olduğundan kuşkulanarak okuyoruz. Critchley, okurun gözünde bir felsefeci, salt bir düşünür olması durumuyla da oynuyor ve bunu bir şaşırtmaca için temele dönüştürüyor. Böylece kitaptaki Critchley ile dış dünyadaki Critchley arasında gidip geliyoruz. Ta ki, günün sonunda, daha doğrusu novellanın sonunda, roman kahramanı, anlatıcı olarak Critchley'e tam olarak kendimizi bırakmaya razı olana dek. Kitabı, doğal olarak sadece kişisel bellek ve kişisel bellek tiyatrosu açısından değil tarihyazımı meseleleri açısından da ilginç yapan bir çok gönderme ve tartışma var içinde.
Hikayenin anlatıcı-kahramanı, Critchley, kendi hayatını ve deneyimlerini çok daha kısa kısa geçiyor ama arkadaşının kendisine miras bıraktığı dokumanlardaki değinilere daha etraflı yer veriyor. Deneme tadı veren bölümler de bunlar hep. Özellikle Hegel'in Tinin Fenemonolojisi üzerine olan pasajlar bütün kitabın felsefi tartışması adına da kilit önemde.
Graham Swift'in Su Diyarı'nı (o da Metis, 2007, çev. Aslı Biçen) aklıma getirdi okurken. Edebiyatçılıktan gelen Swift'in tarihyazımı, bellek, geçmiş, geçmişin bir anlatıya dönüştürülmesi konularındaki muhteşem romanı Su Diyarı ile birlikte okunsalar tiyatroyu -en hayırlı anlamda- su basabilir!
Critchley'in kitabına Liam Gillick'in fotoğraflarının eşlik ediyor oluşu da sanat dünyasından okurlar için özelllikle işin büyük sürprizi.
Liam Gillick 14. İstanbul Bienali'nin de sanatçılarından biriydi. Hani denizden bakınca İstanbul Modern'in cephesindeki devasa iş...



13 Mayıs 2015 Çarşamba

CAN YÜCEL OKURKEN (2009'da)


can yücel'in 67-68de ant dergisinde yazdığı köşe yazılarını sıradan okuyorum da... kesinlikle herhangi bir şekilde özgürlükçü solla batıdaki 68le alakası yok. full tam bağımsızlık yurtseverlik bugunku tkp tarzı bir yerden konusuyor ve antiamerikancılık kadar ana bir meselesi yok. yunan gavurunu denize dokmuslugumuzden bahsediyor ironisiz, amerikan askerleriyle orospular yatacak diye mahvolmus bu konu cok mesgul etmis onu, kendisini İkinci Kurtuluş Savaşı neferi olarak koyuyor, sosyalistliği de böyle birşey olarak anlıyor, atatürke ve ilk kurtuluş savaşına hep bağlı ve sürekli anti demirel ve anti amerikan, doğrudan askeri ve darbe yapma ihtimallerini de övüyor, kıbrısı yunana veriyorlar diye korku icinde uzaktan laf atmak yerine kıbrısta kurşun atamadığı için özür diliyor kıbrıslılardan vs. 
ama can yücel düzyazılarını okumaya devam edicem gelişimini merak ediyorum. 
belki o da 90dan sonra özgürlükçü sola yanaşmıştır...
ama her durumda dili çok keyifli, esprileri kaba sabalıkta bazen düz cinsiyetçilik içinde falan da olsa genelde hep komik, zeki, dili iyi kullanan bir yazar geldiği anlaşılıyor...

--2009'daki okumalardan notlar

15 Aralık 2014 Pazartesi

LİMON

Bundan birkaç sene evvel, ben kucağıma gazeteleri toparlayıp birşeyler okumaya çalışırken küçük ve haylaz Ada üzerime atlayıp engellemeye, gazete okumayı bırakıp onunla ilgilenmemi, sözgelimi haberlere bakmak yerine onu gıdıklamamı sağlamaya çalıştığında, "kızım niye böyle yapıyorsun, kimse gazete okumazsa gazeteciler ne yapacaklar? Limon mu satsın insanlar" derdim ve o da "evet, limon satsınlar! Limon satsınlar," diyerek pike uçuş yapardı gazetelerin üzerine!... Şimdi, basın özgürlüğü, işten çıkartılan gazeteciler, önce şu medya sonra bu medya sonra her medyadan bahsedildikçe, giderek kalmayan ve belki daha da kalmayacak gazeteler dendikçe, düşündükçe, baktıkça, böyle bir aklıma geliyor, canım bir pike uçuş yapmak çekiyor...

13 Ekim 2014 Pazartesi

MUSTAFA KAHYA'NIN ANISINA ŞİİR

MUSTAFA KAHYA'NIN ANISINA ŞİİR

Mustafa Kahya'nın kim olduğunu bilen biliyor. Ben burada özetlemeyeyim ama 80 öncesinde başlamış siyasi bir yolculuğu hala yoğun sürdürmekte olan bir figür diyeyim. Daha fazlası internette çeşitli sitelerde bulunabilir. (sözgelimi şurada: http://siyasihaber.org/haber/enternasyonalist-komunist-mustafa-kahyayi-kaybettik)

Ben anısına şiir dediğimde yoldaşlarından rol çalıyormuş gibi görünmek de istemem. Öyle bir yoldaşlık ilişkimiz olmadığı gibi, sadece bir kez görüştük hayatta. O görüşmede de bir Ağustos gölgesi altında Türkiye solu 90'lardan 2000'lere geçebildi mi geçemedi mi diye bir sürü tartıştık. HDP'nin seçimlerdeki aday politikalarından girdik TÜBİTAK'ın çökmesi Kürt özgürlük hareketini neden ilgilendirsin'e dek gittik. Yakınımızdaki bir ağaçtan toplanmış minik şeftalileri yiyerek. Ona bir makale emailleyecektim -Osmanlı döneminde Ermeni anarşistleriyle ilgili dosyayı da içeren Siyahi dergisinin pdf'ini- o yüzden ayrılmadan önce bana emailini verdi. Masadaki defterimin boş bir sayfasını açıp yazdı email adresini. Sonra benim hayatımda bir iki karışıklık oldu, henüz email atamamıştım ona, başka bir sürü şeyi de ihmal ettiğim veya birbirine karıştırdığım gibi. Derken, tanıştıktan birkaç hafta sonra, ölüm döşeğinde olduğuna dair bir haberi Twitter'da gördüm. Birkaç güne kalmadı, yaşama veda ettiğini de öğrendik. Yakında Almanya'daki bir konferansa gidip Ermeni soykırımıyla ilgili sunum yapacağını anlatmıştı oysa biz konuşurken. Anladığım kadarıyla 2015'e muhalif bir yerden hazırlanıyordu. O günlerde Kaos GL dergisi'nin 20. yılı kutlanıyordu Ankara'da. Bir anma ve tartışma etkinliği düzenlemişlerdi Tayfa Kitabevi'nde. Ben de oraya gidip Karaşın, Siyahi, ADCS gibi alternatif yayın tecrübelerimizle Kaos GL'nin bizim için yerinden bahseden küçük bir konuşma yapacaktım. Havaalanından Bel-Ko ile Kızılay'a gelirken yolda Mustafa Kahya'nın cenazesi için toplanmış kalabalığı, onun için hazırlanmış bir pankartı gördüm şaşkınlıkla. Uğurlamaya yetişmiş gibi hissettim kendimi. Daha sonra etkinlikte de yakasında Mustafa Kahya'nın fotoğrafı olan bir yayıncı söz aldı aynı gün. Çıkışta Ankara'ya kendimi bırakırken de yollarda duvarlara yazılamalar yapıldığını, Mustafa Kahya Ölümsüzdür yazıldığını gördüm. Bütün bunlar siyasi olarak veya bilimsel olarak veya yaşam açısından gayet açıklanabilir, normal, sıradan veya aynı anlama gelmek üzere anlamlı gelişmeler olabilir: ama benim için bir kişi ile tanışıp, sohbetleşip, sonra böyle birden onun ölümsüzlüğünü ilan eden duvar yazıları arasından cenazesinin kalktığını görmek çatlaklarla dolu bir duyguydu, lafı fazla kasmadan en azıyla söyleyebileceğim bu.





Neyse, ortak tanıdıklarımıza başsağlığı diledik, durumu garipsememiz zamanla zihinde arkalara gitti, gündelik hayat bastırdı ve şeftali mevsimi bitince mandalinalar devreye girdi.

Sonra dün akşam çağdaş sanat ile ilgili bir çalışmayı uygun bir kafede yoğunlaşarak toparlamaya gittiğimde Mustafa Kahya ile tanıştığımız gün masada duran defteri de yanıma almışım. Bir not almak için defteri karıştırırken bana emailini yazdığı sayfaya gözüm ilişti. Fakat daha acayip olan emailinin hemen altına o gün birden aklıma gelmesiyle unutmayaym diye karaladığım dörtlüğü görmek oldu. Üzerinde çalışırım, bir şiire dönüştürürüm, belki başka bir şeye evrilir, her neyse yazalım da deyip defterlere çiziktirdiğim parçalardan biri. Ancak geriye bakınca dikkatimi çeken ilk dize oldu: “insan kolay kayboluyor” yazmışım. Işe bak, ne ilginç, dedim. Kehanet vs denmesini manasız buluyorum böyle durumlarda, benim görebildiğim kadarıyla böylesi bilgiler -mesela karşınızdaki kişinin çok hasta olduğu – size yüksek sesle söylemese de sizin tarafınızdan ve mekandaki herkes tarafından bir şekilde 'biliniyor'. Çok mistik bulduysanız kuantum fiziğiyle de açıklayablirim!

Şiirin adını da Mustafa Kahya'nın koyduğunu düşündüm. Email adresi şiirin adı olmalı ve bu dörtlük üzerinde bir daha hiç durmamalı, hiçbir şey ekleyip çıkarmamalı. Ilk iki dizedeki yoğun ölüm/ölümsüzlük tartışması son iki dizede ömür vurgusuyla, ömrün beyhudelikle ve duyguyla doldurulmasıyla bir başka yerden ölümle mücadele gibi göründü. Dizilerin sürekl bir sonraki bölümleri olması gibi. Sonra sezon finalleri. Ve derken başka bir dizi. Bilemiyorum.

mustafakahya1@gmail.com adlı şiir şöyle çıkmış:

mustafakahya1@gmail.com

İnsan kolay kayboluyor
metin o kadar kolay kaybolmuyor
benimle bir ömür dizi
seyreder misin?





11 Ağustos 2014 Pazartesi

1989'dan 2013'e

Nereden nereye, Ahmet Oktay'ın 1989 İstanbul Bienali'ne getirdiği (2001 Hasegawa bienali dolayısıyla anımsadığı) eleştirisinin son 2-3 paragrafına bakar mısınız(1989'da diye başlayan paragraftan itibaren):http://www.radikal.com.tr/radikal.aspx?atype=haberyazdir&articleid=868448

(yazıdaki başka dönemsel haller de geriye bakınca dikat çekiyor)

Bienal'in devam yolunu hicivleştirmek için hayal ettiği "panayır", yaşanan Gezi tecrübesine ne kadar da benziyor, insan hayret ediyor diyorlar ya, belirli bir aydınlanmacı mı diyelim ne diyelim, merkezi sol yerden bakınca, bienalin panayırın Gezi'nin vdlerinin hep aynı 'sapmalar' olarak gözükmesi ne tutarlı... (Hatta yazıdaki terimlerle söylersek 'postmodern sapmalar'). Oktay'ın hayal kurarken atladığı küçük nokta böylesi bir panayır gerçekleştiğinde halkın gerçekten büyük keyifle katılması, atlıkarıncalardan inmemesi ve panayırın dışında kalıp kaş çatmanın siyasi maliyeti çok yüksek olacağı için kategorik üsttenbakarların dahi taktik yakınlaşmalara ve manzarası iyi bir atlıkarıncaatı arayışına girecekleri.

bu arada, ben de panayırın yokluğunu kentte çok hissettiğimizi yeni düşünmüştüm. neden panayırlar kurulamıyor, engel nedir, ah ah panayırlar diye yeni vahlanmıştım. bu da benim sapmalı düşünüş tutarlılığım herhalde... 
Oktay'ın yazısının başlığı da tutarlılığı tamamlıyormuş zaten: "Anarşist bir öneri"
Oktay'ın yazısı kalkar kaybolur diye buraya yapıştırıyorum:

Anarşist bir öneri


AHMET OKTAY


Radikal 2 / 07/10/2001
İstanbul Bienali, genellikle Doğu/Batı sorunsalı çerçevesinde konumlandırılabilecek oryantalistik izlek seçimleriyle dikkat...
İstanbul Bienali, genellikle Doğu/Batı sorunsalı çerçevesinde konumlandırılabilecek oryantalistik izlek seçimleriyle dikkat çekmeyi ve teknolojik ağırlıklı uygulamalarıyla uluslararası çıtayı tutturmayı öngören küratörleri ve yöneticileri sayesinde, artık iyice gelenekselleşmişe ve geleceğini garantiye almışa benziyor. Geçmiş yıllarda, postmodernist bazı düşüncelerin kuramsal cephaneliğinden destek sağlayarak 'et sanatı' ve 'vajina sanatı' gibi hayli sofistike ve teşhirci kavramsal uygulamalara (video filmler, enstalasyonlar vb.) bile hoşgörüyle bakabilen sponsorların varlığı, hiç kuşkusuz umut veriyor ve sanatçıları yüreklendiriyor.
İlk iki yılında yerli küratörlere emanet edilen Bienal, sonraki yıllarda plastik sanatçılar arasındaki iç çekişmeleri, tartışmaları ve dedikoduları önlemek amacıyla, belki de bahanesiyle yabancı küratörlerle oluşturulmaya başlandı, izlek ve sanatçı seçimi de onlara bırakıldı. Ama bunun yeterli bir önlem ve çözüm olmadığı da, ilk uygulama yılından itibaren belli oldu.
Bu yılki VII. Bienalin küratörü Japonya'dan Bayan Yuko Hasegawa. Türkiye'nin "hiç de Avrupa Topluluğu'na aday bir ülke görünümünde olmadığını" belirten (Gençsanat, sayı 85, Eylül 2001) Bayan Hasegawa, öteki yabancı küratörlerden geri kalmıyor elbet ve postmodernist düşüncenin deposundan Bienal'in temasını el çabukluğuyla çıkarıveriyor: Egofugal. Türkçesi ile Egokaç. Bienal çerçevesinde sergilenen işlerin Bayan Hasegawa'nın niyetini ve umudunu karşılayıp karşılamadığı sorusunun hakkı saklı kalmak koşuluyla, küratörün, serginin ana izleğini belirlerken iyi niyetli olduğunu söylemek gerekir: "Egodan kurtulamazsak bu kaotik ortam bizi birbirimizi anlamamaya, yadırgamaya ve yoketmeye iter." (Gençsanat). Türkiye gibi büyük bir ekonomik/siyasal/toplumsal bunalım içinde bulunan, bireylerinin büyük bölümünün çaresizlik ve yarına güvensizlik duygusu içinde yaşadığı ve can derdine düştüğü bir ülkede, 'egokaç' gibi özgeci (altruist) bir çağrının 'muteberliğinin' çok tartışmalı olduğunu söylemek gerekir.
Hemen ekleyeyim: Bayan Hasegawa'nın "Doğulu kolektif bilinçle Batılı kolektif zekanın" biraz kendinden menkul ve hayli naif bir ütopik içerik yansıtan 'bir arada varoluş' çağrısı, ne yazık ki Bienalin açılışından önce, çifte bir saldırıyla politik/ideolojik düzlemde tuz buz edilmiş bulunuyor: Kapitalist dünya sisteminin jandarması ABD'ye düşman dünyanın ego - öznesi tarafından ve şu anda kimliksiz ve dinsel/ulusal bağlamda aidiyetsiz bu ego - özneye karşı 'sonsuz adalet' başlığı altında savaş başlatma kararı alan jandarmanın acımasız ego - öznesi tarafından.
Bienale dönelim.
Küratör ve iktidar
Türkiye plastik sanat çevrelerinde dillendirilmiş tepkiler, küratörlük kurumunun doğrudan doğruya bir tür baskıcı iktidar olduğunu gösteriyor. Küratör, yansız, dengeleyici biri değil, tam tersine; kuşku götürmez biçimde bir diktatör. Astığı astık, kestiği kestik biri. Bütün Bienal'e onun kişisel zevki, kişisel sanatsal ve siyasal dünya görüşü yön veriyor. Bu diktatör kimlik, ilk iki Bienalin Türk küratörlerinde de görülmüş ve eleştirilere yol açmıştı. Ama yabancı küratörlerle sorun, Türk küratörler için de eleştirel bağlamda söz konusu edilmiş olan dışa bağımlılık gibi hayli tehlikeli bir sorunla bütünleşmiş bulunuyor. Küratörlerin uluslararası öneminden kimsenin kuşku duyduğu yok elbet. Ama Bienale dayattıkları ve kabul ettirdikleri temaların sorgulanamaz olduğunu kimse öne süremez. Diretilen şudur: Türkiye Doğu'dur, Doğuludur, tam da bu yüzden onun konumu Batı'ya göre değerlendirilmeli ve çözümlenmelidir. Önceki küratörlerden Rene Block'un tema başlığını anımsayalım: "Orient/ation". "Orient" Doğu, "Orientation" yönlendirme ya da yön belirleme anlamına geliyor. Bu Doğu/Batı sentezi arayışının birincil öznesi Batı ama, Türkiye burada madun konumda. Bir Doğulu olan Bayan Hasagewa da Batı'nın gözüyle bakıyor İstanbul'a ve Türkiye'ye. Asagewa'nın gözü Amerikalı Chris Burden'in gözü. Onun Yörük Çadırı, aslında Doğu'yu kulaktan duyma bilen Batılının çadırı. Valentino'nun "Şeyh" filminde ilk örneği verilen Hollywood filmlerinin çadırı o. Anadolu'nun, Cezayir'in, Fas'ın, Tunus'un içlerine doğru ilerlediğinde öyle bir çadırı zor bulur Burden. Halkı sömüren bir iki şeyhin dışında. Bunlar, Doğu'ya odaklanmış artistik masturbasyonlar aslında. Nazım söylemişti: "Öyle bir Şark yok/Olmayacak."
Bu noktada, Balkan Naci İslimyeli'nin eleştirel tepkisine dikkat etmek ve ciddiye almak gerekir: "Türk sanatçısı var gücüyle Batılı görünmek, bu olamıyorsa Batılı gözüyle Doğulu görünmek için çırpınıyor. Kendi tarihsel, kültürel kayıtlarını imha etmiş kuşaklar, arada şıklık olsun diye oryantalizm yapıyorlar. Globalizmin oluşturmaya çalıştığı 'kolektif tüketici bilinç' evrensel bilinç sanılıyor." (Gösteri, sayı 231, s.65, Eylül 2001).
Eğlencenin dozu
Bu kolektif tüketici bilinç, söylemek gerekir ki, her şeyi eğlenceye dönüştürüyor. VII. Bienal'de de gülümsemeye yol açabilen işler var elbet. Örneğin Tepebaşı'nda, TÜYAP'n önündeki Riktrit Tiravanija'nın dörtlü projeksiyon gösterisi, bu hoşluklardan biri elbet. Vizontele dahil, dört farklı Türk filmini izleyebiliyor meraklılar. Ama buna gerçek anlamda izleme denebilir mi? Orası tartışmalı. Işıklandırmalar falan, hoş şeyler elbet. Ama bütün bu hoşlukların belirgin biçimde narkotik olduğunu söylersek haksızlık mı etmiş oluruz? Amerika'dan icazet almış bir ekonomisti kurtarıcı diye getiren Türkiye'de sorunları hep egemen sınıfların merceğinden görmeye zorlanmıyor muyuz? PKK ve Hizbullah terörü karşısında duygusal olmamaya özen gösteren baş yazarların, köşe yazarlarının özellikle New York'a saldırı karşısında gösterdikleri hemşehri kederinde, eleştirilebilecek, hiçbir aidiyet duygusu bulunmuyor mu dersiniz? "Amerika'ya borçluyum", sadece duygusal bir beyan olarak görülebilir mi?
Bienale karşı panayır
1989'da 2. İstanbul Bienali dolayısıyla Milliyet kültür sayfasındaki yazılarımdan birinde, yapıtların açık alanlara taşınmasının kamusal işlevine değinmiş ve bir panayır havasının oluştuğundan söz etmiştim. Şimdi bu bağlamda bir öneride bulunuyorum: Madem sanatın ve sanat eserinin aurası'nın kalmadığının öne sürüldüğü, her şeyin sanat olduğunun savunulduğu ve anything goes anlayışının geçerli kılındığı zamanlara geldik, bir Küratör'ün diktatörlüğünde gerçekleştirilen Bienaller dönemine de son verilebilir. Bütün kent, sanatın emrine verilebilir. Bütün mekânlar (galeriler, tarihsel yapılar, kamusal binalar, trenler, vapurlar vb.), açık alanlar (parklar, stadyumlar, kıyılar, duvarlar vb.); profesyonel ve amatör, her isteyenin emrine verilebilir. İsteyen resim, enstalasyon, heykel, performans, grafitti, video filmi vb. ile katılabilir.
Teknolojinin böylesine geliştiği bir tarihsel anda, büyük ekranlar ve ses düzenleri kurulabilir. İnsanların kendilerini görsel-işitsel bağlamda ifade etmesinin yolları sağlanabilir. Kapalı ve açık mekanlar happening alanlarına dönüştürülebilir ve ajit-prop canlandırılabilir. Böyle bir panayırın tek kuralı da Kuralsızlık olarak belirlenebilir. Artık Anayasa değiştirileceğine ve Türkiye de demokratik bir toplum olacağına göre, kamu kuruluşları ve güvenlik güçleri 15 ya da 20 gün için biraz anarşiyi ve yasa ihlallerini hoşgörebilir(!).
Her şey serbest olmak üzere, yine de eylem birliğini, toplumsal kesimlerin geneline zarar verilmemesini sağlamak ve öneriler sunmak amacıyla Danışma Komiteleri oluşturulabilir. Yine iki yılda bir gerçekleştirilecek olan bu panayırın değişmeyen tek izleği şu başlık altında toplanabilir örneğin: Hayatımız. Herkes hayatını anlatabilir, hayat hakkında ne düşündüğünü söyleyebilir. Danışma Komiteleri, genel ve yerel koşulları göz önünde bulundurarak, bazı temaların işlenmesi için öneride bulunabilir. Bazıları: Ekonomik Durum, İnsan Hakları, Hortumcular, Siyaset/Mafya İlişkileri, Devletteki Soygun Düzeni, Basın Savaşlarının Nedenleri, Ünlü Düğünler, TV Dizilerini Niye Seviyor ve Niye Nefret Ediyoruz?, Parası Olanların ve Olmayanların Sorunları, Kızıldere ve Nurhak'da Neler Oldu?, Kim Kimi Neden Gözetliyor?, Hayat Hep Böyle Kayacak mı?, Beslenme, Akıl ve İktidarsızlık, Biz Neden Doğarken Ölmüşüz?
Herkes çalışmaya başlayabilir.

31 Temmuz 2014 Perşembe

CABRIO-ISLAMCILIK VE İYİ HAYAT

EŞARPLAR MI HIZ MI?

Metroda ilerlerken gördüğüm bir Armine reklamı ile durakaldım. Bir cabrio, üstü açık araba, iki kapalı genç kız ve slogansız sunulan bir marka: Armine.

Tercüman'ı yazarken bir tipleme gerektirdiği için 'İslamcı moda dergileri'ni alıp incelemiştim. Hafiften aşinayım. Ama burada başka bir şey var. Dikkat çekici bir ilan.


İlk akla gelenler basit ama not edilesi: yeni zenginler, çok zenginleşenler, devlet denilen ve büyük belediyelerle, taşeronlarla, türlü uzantılarla vd.leriyle de birleşen ve parti yapısı ile kılcallanan Türkiye'nin o en büyük işvereninin yarattığı fazlaların kabuğuna sığmamalar, İslamcı bujuvazi, vs vs...

Peki neden iki kapalı kız da, veya iki eşarplı kız mı demeli, ya da arabanın markası neyse artık iki x'li [Porsche?] kız, veya iki zengin kızı ya da salt iki zengin kız da, yola bakmıyorlar da sağa sola bakıyorlar! Sürücü dahil kimse yola bakmamakta. Düz okuma: gözleri dışarıda! Bu dışarıdalık elbet ilk anlamıyla flört amacıyla dışarıda diye de okunabilir, ama bir o kadar da alışveriş için gözleri dışarda diye okunabilir: arabayı aldım, eşarp da bende, peki şimdi ne alabilirim!?

Cemaat-AKP çatışması gölgesinde okuma: kızlardan biri Gülenci biri iktidar yanlısı o yüzden biri sağa bir sola bakıyor, bir tür küslük anı bu!... 

İyi de neden kimse yola bakmıyor: çünkü artık arabayı sürmeye gerek kalmadı, otomatik pilotta gidiyor otomobil. Otomobil uçar gider gitmesine ancak sağda solda türlü cazip nesneler, hayatlar, olasılıklar da geçit töreni yapmakta. İşte onlarla etkileşime girmek gerek.

Bu bir 'özgürleşme' de belki: otomobilde erkek yok, iki kız, piyasa yapmaya çıkmışlar, ana caddede bir aşağı bir yukarı gidercesine, veya gezmeye çıkmışlar, turluyorlar. Kimbilir belki de ellerine kına yaptırmaya gidiyorlar Dubai'de uzmanlaşmış ve haftada bir gün lüks bir mekanda seçkin müşterilerine hizmet veren işinin ehli bir kınacıya. Huqqa?

Bu fotoğraf rüzgarda arabanın uçuştuğu klasik -60'ların? 50'lerin?- Hollywood karelerine atıfla kurgulanmış bir sahne kuşkusuz. Oradaki haz öğesine, maceraperestliğe, olaylara tekerlekleri sürmeye bir atıf. Bir de tabii aynı Hollywood karesinin çağrışımı eşarbın rüzgardan uçup gitme ihtimalidir. Tesettürlü kız 'iyi hayat'a hızlı girdiğinde böyle bir ihtimalle flörtleşebilir elbette.   
İyi hayat vizyonu hep devrilen iktidardan aynen alınıyor neredeyse. Düşen aristokrasinin son günlerini iyi hayatın zirvesi belleyen burjuvazi gibi tıpkı, tarihte.  

İki kız da yola bakmıyorlar, bir başka düz okuma: kaza yapacaklar!

Kuşkusuz reklam bize bu kızlardan biri olma ihtimalini satıyor. Ama aynı zamanda yol kenarında olup da bu kızların gülümseyen bakışlarını yakalama ve el sallama, göz kırpma, merhabalaşma, dikkatlerini çekme belki onlara birşeyler satma veya onlarla bir ilişkiye geçerek iyi hayata bir ucundan bulaşma ihtimalini de satıyor. 
Yani yeni zenginlerden biri veya orta karar bir avantanın uzak ortağı olmasanız da yapacak en iyi şeyin günün iyi hayatını takip etmek olduğunu söylüyor. 
Biz sonuçta metroya binmek üzereyken görüyoruz bu ilanı (başka yerlerde de yayınlanmıştır muhtemelen de ben kendi tanıklığımdan hareket ediyorum). Yerin altındayız. Toplu taşıma içindeyiz. İçimize çektiğimiz fantezi şu olmak durumunda: metrodan çıkacağız ve bu araba gülümseyen, ilgili, makbul ve imrenilesi sahipleri eşliğinde salına salına önümüzden geçecek!

Dolaştıkları, içinden geçip gittikleri mekanın çok belirgin bir adreslenmesi olmaması da bundan değil mi? Her yerde olacağı varsayılabilir bu geçişin. Metrodan belki de son durakta ineceğim ve orada beni yeni bir inşaat, yeni bir bulvar, yeni bir Hollywoodvari geçiş bekliyor olacak!

Cabriolu kızlar şunu da söylüyorlar: bu fazla babalarla elli kere umreye gidilemez! Başka bir şeyler yapmak, başka bir yerlere gitmek gerek bu paranın hakkını verebilmek için. Sözgelimi, iyi hayatın içinden tıpkı bir korku tünelinden geçiyormuşcasına, otomotik pilotta, geçmek gerek... Ama tabii korkacak hiçbir şey yoktur iyi hayatta, her şey naylondandır o kadar... 

Hatta, belki, kazadan sonra bile!..