11 Ağustos 2014 Pazartesi

1989'dan 2013'e

Nereden nereye, Ahmet Oktay'ın 1989 İstanbul Bienali'ne getirdiği (2001 Hasegawa bienali dolayısıyla anımsadığı) eleştirisinin son 2-3 paragrafına bakar mısınız(1989'da diye başlayan paragraftan itibaren):http://www.radikal.com.tr/radikal.aspx?atype=haberyazdir&articleid=868448

(yazıdaki başka dönemsel haller de geriye bakınca dikat çekiyor)

Bienal'in devam yolunu hicivleştirmek için hayal ettiği "panayır", yaşanan Gezi tecrübesine ne kadar da benziyor, insan hayret ediyor diyorlar ya, belirli bir aydınlanmacı mı diyelim ne diyelim, merkezi sol yerden bakınca, bienalin panayırın Gezi'nin vdlerinin hep aynı 'sapmalar' olarak gözükmesi ne tutarlı... (Hatta yazıdaki terimlerle söylersek 'postmodern sapmalar'). Oktay'ın hayal kurarken atladığı küçük nokta böylesi bir panayır gerçekleştiğinde halkın gerçekten büyük keyifle katılması, atlıkarıncalardan inmemesi ve panayırın dışında kalıp kaş çatmanın siyasi maliyeti çok yüksek olacağı için kategorik üsttenbakarların dahi taktik yakınlaşmalara ve manzarası iyi bir atlıkarıncaatı arayışına girecekleri.

bu arada, ben de panayırın yokluğunu kentte çok hissettiğimizi yeni düşünmüştüm. neden panayırlar kurulamıyor, engel nedir, ah ah panayırlar diye yeni vahlanmıştım. bu da benim sapmalı düşünüş tutarlılığım herhalde... 
Oktay'ın yazısının başlığı da tutarlılığı tamamlıyormuş zaten: "Anarşist bir öneri"
Oktay'ın yazısı kalkar kaybolur diye buraya yapıştırıyorum:

Anarşist bir öneri


AHMET OKTAY


Radikal 2 / 07/10/2001
İstanbul Bienali, genellikle Doğu/Batı sorunsalı çerçevesinde konumlandırılabilecek oryantalistik izlek seçimleriyle dikkat...
İstanbul Bienali, genellikle Doğu/Batı sorunsalı çerçevesinde konumlandırılabilecek oryantalistik izlek seçimleriyle dikkat çekmeyi ve teknolojik ağırlıklı uygulamalarıyla uluslararası çıtayı tutturmayı öngören küratörleri ve yöneticileri sayesinde, artık iyice gelenekselleşmişe ve geleceğini garantiye almışa benziyor. Geçmiş yıllarda, postmodernist bazı düşüncelerin kuramsal cephaneliğinden destek sağlayarak 'et sanatı' ve 'vajina sanatı' gibi hayli sofistike ve teşhirci kavramsal uygulamalara (video filmler, enstalasyonlar vb.) bile hoşgörüyle bakabilen sponsorların varlığı, hiç kuşkusuz umut veriyor ve sanatçıları yüreklendiriyor.
İlk iki yılında yerli küratörlere emanet edilen Bienal, sonraki yıllarda plastik sanatçılar arasındaki iç çekişmeleri, tartışmaları ve dedikoduları önlemek amacıyla, belki de bahanesiyle yabancı küratörlerle oluşturulmaya başlandı, izlek ve sanatçı seçimi de onlara bırakıldı. Ama bunun yeterli bir önlem ve çözüm olmadığı da, ilk uygulama yılından itibaren belli oldu.
Bu yılki VII. Bienalin küratörü Japonya'dan Bayan Yuko Hasegawa. Türkiye'nin "hiç de Avrupa Topluluğu'na aday bir ülke görünümünde olmadığını" belirten (Gençsanat, sayı 85, Eylül 2001) Bayan Hasegawa, öteki yabancı küratörlerden geri kalmıyor elbet ve postmodernist düşüncenin deposundan Bienal'in temasını el çabukluğuyla çıkarıveriyor: Egofugal. Türkçesi ile Egokaç. Bienal çerçevesinde sergilenen işlerin Bayan Hasegawa'nın niyetini ve umudunu karşılayıp karşılamadığı sorusunun hakkı saklı kalmak koşuluyla, küratörün, serginin ana izleğini belirlerken iyi niyetli olduğunu söylemek gerekir: "Egodan kurtulamazsak bu kaotik ortam bizi birbirimizi anlamamaya, yadırgamaya ve yoketmeye iter." (Gençsanat). Türkiye gibi büyük bir ekonomik/siyasal/toplumsal bunalım içinde bulunan, bireylerinin büyük bölümünün çaresizlik ve yarına güvensizlik duygusu içinde yaşadığı ve can derdine düştüğü bir ülkede, 'egokaç' gibi özgeci (altruist) bir çağrının 'muteberliğinin' çok tartışmalı olduğunu söylemek gerekir.
Hemen ekleyeyim: Bayan Hasegawa'nın "Doğulu kolektif bilinçle Batılı kolektif zekanın" biraz kendinden menkul ve hayli naif bir ütopik içerik yansıtan 'bir arada varoluş' çağrısı, ne yazık ki Bienalin açılışından önce, çifte bir saldırıyla politik/ideolojik düzlemde tuz buz edilmiş bulunuyor: Kapitalist dünya sisteminin jandarması ABD'ye düşman dünyanın ego - öznesi tarafından ve şu anda kimliksiz ve dinsel/ulusal bağlamda aidiyetsiz bu ego - özneye karşı 'sonsuz adalet' başlığı altında savaş başlatma kararı alan jandarmanın acımasız ego - öznesi tarafından.
Bienale dönelim.
Küratör ve iktidar
Türkiye plastik sanat çevrelerinde dillendirilmiş tepkiler, küratörlük kurumunun doğrudan doğruya bir tür baskıcı iktidar olduğunu gösteriyor. Küratör, yansız, dengeleyici biri değil, tam tersine; kuşku götürmez biçimde bir diktatör. Astığı astık, kestiği kestik biri. Bütün Bienal'e onun kişisel zevki, kişisel sanatsal ve siyasal dünya görüşü yön veriyor. Bu diktatör kimlik, ilk iki Bienalin Türk küratörlerinde de görülmüş ve eleştirilere yol açmıştı. Ama yabancı küratörlerle sorun, Türk küratörler için de eleştirel bağlamda söz konusu edilmiş olan dışa bağımlılık gibi hayli tehlikeli bir sorunla bütünleşmiş bulunuyor. Küratörlerin uluslararası öneminden kimsenin kuşku duyduğu yok elbet. Ama Bienale dayattıkları ve kabul ettirdikleri temaların sorgulanamaz olduğunu kimse öne süremez. Diretilen şudur: Türkiye Doğu'dur, Doğuludur, tam da bu yüzden onun konumu Batı'ya göre değerlendirilmeli ve çözümlenmelidir. Önceki küratörlerden Rene Block'un tema başlığını anımsayalım: "Orient/ation". "Orient" Doğu, "Orientation" yönlendirme ya da yön belirleme anlamına geliyor. Bu Doğu/Batı sentezi arayışının birincil öznesi Batı ama, Türkiye burada madun konumda. Bir Doğulu olan Bayan Hasagewa da Batı'nın gözüyle bakıyor İstanbul'a ve Türkiye'ye. Asagewa'nın gözü Amerikalı Chris Burden'in gözü. Onun Yörük Çadırı, aslında Doğu'yu kulaktan duyma bilen Batılının çadırı. Valentino'nun "Şeyh" filminde ilk örneği verilen Hollywood filmlerinin çadırı o. Anadolu'nun, Cezayir'in, Fas'ın, Tunus'un içlerine doğru ilerlediğinde öyle bir çadırı zor bulur Burden. Halkı sömüren bir iki şeyhin dışında. Bunlar, Doğu'ya odaklanmış artistik masturbasyonlar aslında. Nazım söylemişti: "Öyle bir Şark yok/Olmayacak."
Bu noktada, Balkan Naci İslimyeli'nin eleştirel tepkisine dikkat etmek ve ciddiye almak gerekir: "Türk sanatçısı var gücüyle Batılı görünmek, bu olamıyorsa Batılı gözüyle Doğulu görünmek için çırpınıyor. Kendi tarihsel, kültürel kayıtlarını imha etmiş kuşaklar, arada şıklık olsun diye oryantalizm yapıyorlar. Globalizmin oluşturmaya çalıştığı 'kolektif tüketici bilinç' evrensel bilinç sanılıyor." (Gösteri, sayı 231, s.65, Eylül 2001).
Eğlencenin dozu
Bu kolektif tüketici bilinç, söylemek gerekir ki, her şeyi eğlenceye dönüştürüyor. VII. Bienal'de de gülümsemeye yol açabilen işler var elbet. Örneğin Tepebaşı'nda, TÜYAP'n önündeki Riktrit Tiravanija'nın dörtlü projeksiyon gösterisi, bu hoşluklardan biri elbet. Vizontele dahil, dört farklı Türk filmini izleyebiliyor meraklılar. Ama buna gerçek anlamda izleme denebilir mi? Orası tartışmalı. Işıklandırmalar falan, hoş şeyler elbet. Ama bütün bu hoşlukların belirgin biçimde narkotik olduğunu söylersek haksızlık mı etmiş oluruz? Amerika'dan icazet almış bir ekonomisti kurtarıcı diye getiren Türkiye'de sorunları hep egemen sınıfların merceğinden görmeye zorlanmıyor muyuz? PKK ve Hizbullah terörü karşısında duygusal olmamaya özen gösteren baş yazarların, köşe yazarlarının özellikle New York'a saldırı karşısında gösterdikleri hemşehri kederinde, eleştirilebilecek, hiçbir aidiyet duygusu bulunmuyor mu dersiniz? "Amerika'ya borçluyum", sadece duygusal bir beyan olarak görülebilir mi?
Bienale karşı panayır
1989'da 2. İstanbul Bienali dolayısıyla Milliyet kültür sayfasındaki yazılarımdan birinde, yapıtların açık alanlara taşınmasının kamusal işlevine değinmiş ve bir panayır havasının oluştuğundan söz etmiştim. Şimdi bu bağlamda bir öneride bulunuyorum: Madem sanatın ve sanat eserinin aurası'nın kalmadığının öne sürüldüğü, her şeyin sanat olduğunun savunulduğu ve anything goes anlayışının geçerli kılındığı zamanlara geldik, bir Küratör'ün diktatörlüğünde gerçekleştirilen Bienaller dönemine de son verilebilir. Bütün kent, sanatın emrine verilebilir. Bütün mekânlar (galeriler, tarihsel yapılar, kamusal binalar, trenler, vapurlar vb.), açık alanlar (parklar, stadyumlar, kıyılar, duvarlar vb.); profesyonel ve amatör, her isteyenin emrine verilebilir. İsteyen resim, enstalasyon, heykel, performans, grafitti, video filmi vb. ile katılabilir.
Teknolojinin böylesine geliştiği bir tarihsel anda, büyük ekranlar ve ses düzenleri kurulabilir. İnsanların kendilerini görsel-işitsel bağlamda ifade etmesinin yolları sağlanabilir. Kapalı ve açık mekanlar happening alanlarına dönüştürülebilir ve ajit-prop canlandırılabilir. Böyle bir panayırın tek kuralı da Kuralsızlık olarak belirlenebilir. Artık Anayasa değiştirileceğine ve Türkiye de demokratik bir toplum olacağına göre, kamu kuruluşları ve güvenlik güçleri 15 ya da 20 gün için biraz anarşiyi ve yasa ihlallerini hoşgörebilir(!).
Her şey serbest olmak üzere, yine de eylem birliğini, toplumsal kesimlerin geneline zarar verilmemesini sağlamak ve öneriler sunmak amacıyla Danışma Komiteleri oluşturulabilir. Yine iki yılda bir gerçekleştirilecek olan bu panayırın değişmeyen tek izleği şu başlık altında toplanabilir örneğin: Hayatımız. Herkes hayatını anlatabilir, hayat hakkında ne düşündüğünü söyleyebilir. Danışma Komiteleri, genel ve yerel koşulları göz önünde bulundurarak, bazı temaların işlenmesi için öneride bulunabilir. Bazıları: Ekonomik Durum, İnsan Hakları, Hortumcular, Siyaset/Mafya İlişkileri, Devletteki Soygun Düzeni, Basın Savaşlarının Nedenleri, Ünlü Düğünler, TV Dizilerini Niye Seviyor ve Niye Nefret Ediyoruz?, Parası Olanların ve Olmayanların Sorunları, Kızıldere ve Nurhak'da Neler Oldu?, Kim Kimi Neden Gözetliyor?, Hayat Hep Böyle Kayacak mı?, Beslenme, Akıl ve İktidarsızlık, Biz Neden Doğarken Ölmüşüz?
Herkes çalışmaya başlayabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder