“Soğuk Soğuk Sergi Gezmek” yazılarının ikincisine başladım dün gece. Üç vakte teslim ederim. Seri olarak sürdürmeyi hayal ettiğim bu yazıların ilk “seti” Sanat Dünyamız'da, Mayıs sayısında yayımlandı. Temelde birden çok sergi hakkında sözler diyebiliriz. Mayıs sayısında sözgelimi Elmas Deniz, Burak Delier, Selim Birsel, Süleyman Saim Tekcan, Ayşe Erkmen sergilerini ele alıyorum. Böyle bir seriye başlamanın maksadı özetle şuydu: Sanat üzerine konuşmanın ziyadesiyle ’konsensüs’ (sanat dünyası kodları içi söylenebilirin söylenemezin sınırlarını çizen genel uzlaşmalar bütünü) üzerine kurulu olduğu bir çağda, sansürün ve hatta otosansürün pratikte esas baskılayıcısının üstelik OHAL dönemlerinde, diktatörlük dönemlerinde dahi hâlâ “’konsensüs’ dışına düşmeme kaygısı” olabildiği günlerde özgün bir ifadenin tek şartı katıksız bir negativite imiş gibi duruyor haliyle. Zaten ‘konsensüs’ içinde kalındığı sürece muhalifliğe, sivriliğe tahammül olduğu, çünkü onun da bir kontenjanı olduğu açık. Ama ‘konsensüs’ dışına düşen kişi veya söz dalga dalga ve giderek kalıcı biçimde görmezden gelinebiliyor. Bütün bu sahneye bakıp “işlere, sergilere, duygulara, hayalgücüne yazık olmuyor mu” dememek güç. Başka bir yol nasıl aranabilir diye düşünüyordum. Sergilerle arama bir mesafe alayım, soğuk soğuk, yüz göz olmadan, öteden öteden gezeyim dedim. Ve bu sırada bir his beni yakalayabiliyorsa yakalasın. Bir şey hissedeceksem hissedeyim. Aklıma bir şey gelebilecekse gelsin. O kadar soğuk olayım ki konsensüs’ü de, özgünlüğün tek şartının negativite olduğu sanısı da tenimde hissetmeyeyim. Sergiyi, mekânı, eserleri, oradaki zamanı hissedeyim. E iyi de dağ fare doğurmuş denebilir. Olabilir, ama en azından dağın doğurduğu bir fare olsun dedim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder