15 Aralık 2014 Pazartesi
LİMON
Bundan birkaç sene evvel, ben kucağıma gazeteleri toparlayıp birşeyler okumaya çalışırken küçük ve haylaz Ada üzerime atlayıp engellemeye, gazete okumayı bırakıp onunla ilgilenmemi, sözgelimi haberlere bakmak yerine onu gıdıklamamı sağlamaya çalıştığında, "kızım niye böyle yapıyorsun, kimse gazete okumazsa gazeteciler ne yapacaklar? Limon mu satsın insanlar" derdim ve o da "evet, limon satsınlar! Limon satsınlar," diyerek pike uçuş yapardı gazetelerin üzerine!... Şimdi, basın özgürlüğü, işten çıkartılan gazeteciler, önce şu medya sonra bu medya sonra her medyadan bahsedildikçe, giderek kalmayan ve belki daha da kalmayacak gazeteler dendikçe, düşündükçe, baktıkça, böyle bir aklıma geliyor, canım bir pike uçuş yapmak çekiyor...
13 Ekim 2014 Pazartesi
MUSTAFA KAHYA'NIN ANISINA ŞİİR
MUSTAFA KAHYA'NIN
ANISINA ŞİİR
Mustafa Kahya'nın
kim olduğunu bilen biliyor. Ben burada özetlemeyeyim ama 80
öncesinde başlamış siyasi bir yolculuğu hala yoğun sürdürmekte
olan bir figür diyeyim. Daha fazlası internette çeşitli sitelerde
bulunabilir. (sözgelimi şurada: http://siyasihaber.org/haber/enternasyonalist-komunist-mustafa-kahyayi-kaybettik)
Ben anısına şiir
dediğimde yoldaşlarından rol çalıyormuş gibi görünmek de
istemem. Öyle bir yoldaşlık ilişkimiz olmadığı gibi, sadece bir kez
görüştük hayatta. O görüşmede de bir Ağustos gölgesi altında Türkiye solu 90'lardan
2000'lere geçebildi mi geçemedi mi diye bir sürü tartıştık. HDP'nin seçimlerdeki aday politikalarından girdik TÜBİTAK'ın çökmesi
Kürt özgürlük hareketini neden ilgilendirsin'e dek gittik.
Yakınımızdaki bir ağaçtan toplanmış minik şeftalileri
yiyerek. Ona bir makale emailleyecektim -Osmanlı döneminde Ermeni
anarşistleriyle ilgili dosyayı da içeren Siyahi dergisinin
pdf'ini- o yüzden ayrılmadan önce bana emailini verdi. Masadaki
defterimin boş bir sayfasını açıp yazdı email adresini. Sonra
benim hayatımda bir iki karışıklık oldu, henüz email
atamamıştım ona, başka bir sürü şeyi de ihmal ettiğim veya
birbirine karıştırdığım gibi. Derken, tanıştıktan birkaç
hafta sonra, ölüm döşeğinde olduğuna dair bir haberi Twitter'da
gördüm. Birkaç güne kalmadı, yaşama veda ettiğini de öğrendik.
Yakında Almanya'daki bir konferansa gidip Ermeni soykırımıyla
ilgili sunum yapacağını anlatmıştı oysa biz konuşurken.
Anladığım kadarıyla 2015'e muhalif bir yerden hazırlanıyordu. O
günlerde Kaos GL dergisi'nin 20. yılı kutlanıyordu Ankara'da. Bir
anma ve tartışma etkinliği düzenlemişlerdi Tayfa Kitabevi'nde.
Ben de oraya gidip Karaşın, Siyahi, ADCS gibi alternatif yayın
tecrübelerimizle Kaos GL'nin bizim için yerinden bahseden küçük
bir konuşma yapacaktım. Havaalanından Bel-Ko ile Kızılay'a
gelirken yolda Mustafa Kahya'nın cenazesi için toplanmış
kalabalığı, onun için hazırlanmış bir pankartı gördüm
şaşkınlıkla. Uğurlamaya yetişmiş gibi hissettim kendimi. Daha
sonra etkinlikte de yakasında Mustafa Kahya'nın fotoğrafı olan
bir yayıncı söz aldı aynı gün. Çıkışta Ankara'ya kendimi bırakırken de yollarda duvarlara yazılamalar yapıldığını, Mustafa Kahya
Ölümsüzdür yazıldığını gördüm. Bütün bunlar siyasi
olarak veya bilimsel olarak veya yaşam açısından gayet
açıklanabilir, normal, sıradan veya aynı anlama gelmek üzere
anlamlı gelişmeler olabilir: ama benim için bir kişi ile tanışıp,
sohbetleşip, sonra böyle birden onun ölümsüzlüğünü ilan eden
duvar yazıları arasından cenazesinin kalktığını görmek
çatlaklarla dolu bir duyguydu, lafı fazla kasmadan en azıyla
söyleyebileceğim bu.
Neyse, ortak
tanıdıklarımıza başsağlığı diledik, durumu garipsememiz
zamanla zihinde arkalara gitti, gündelik hayat bastırdı ve
şeftali mevsimi bitince mandalinalar devreye girdi.
Sonra dün akşam
çağdaş sanat ile ilgili bir çalışmayı uygun bir kafede
yoğunlaşarak toparlamaya gittiğimde Mustafa Kahya ile tanıştığımız
gün masada duran defteri de yanıma almışım. Bir not almak için defteri karıştırırken bana emailini yazdığı sayfaya gözüm
ilişti. Fakat daha acayip olan emailinin hemen altına o gün birden
aklıma gelmesiyle unutmayaym diye karaladığım dörtlüğü görmek
oldu. Üzerinde çalışırım, bir şiire dönüştürürüm, belki
başka bir şeye evrilir, her neyse yazalım da deyip defterlere
çiziktirdiğim parçalardan biri. Ancak geriye bakınca dikkatimi çeken ilk dize oldu: “insan
kolay kayboluyor” yazmışım. Işe bak, ne ilginç, dedim.
Kehanet vs denmesini manasız buluyorum böyle durumlarda, benim
görebildiğim kadarıyla böylesi bilgiler -mesela karşınızdaki
kişinin çok hasta olduğu – size yüksek sesle söylemese de
sizin tarafınızdan ve mekandaki herkes tarafından bir şekilde
'biliniyor'. Çok mistik bulduysanız kuantum fiziğiyle de
açıklayablirim!
Şiirin adını da
Mustafa Kahya'nın koyduğunu düşündüm. Email adresi şiirin adı
olmalı ve bu dörtlük üzerinde bir daha hiç durmamalı, hiçbir
şey ekleyip çıkarmamalı. Ilk iki dizedeki yoğun ölüm/ölümsüzlük
tartışması son iki dizede ömür vurgusuyla, ömrün beyhudelikle
ve duyguyla doldurulmasıyla bir başka yerden ölümle mücadele
gibi göründü. Dizilerin sürekl bir sonraki bölümleri olması gibi. Sonra sezon finalleri. Ve derken başka bir dizi. Bilemiyorum.
mustafakahya1@gmail.com adlı şiir şöyle
çıkmış:
mustafakahya1@gmail.com
İnsan kolay
kayboluyor
metin o kadar
kolay kaybolmuyor
benimle bir ömür
dizi
seyreder
misin?
11 Ağustos 2014 Pazartesi
1989'dan 2013'e
Nereden nereye, Ahmet Oktay'ın 1989 İstanbul Bienali'ne getirdiği (2001 Hasegawa bienali dolayısıyla anımsadığı) eleştirisinin son 2-3 paragrafına bakar mısınız(1989'da diye başlayan paragraftan itibaren):http://www.radikal.com.tr/radikal.aspx?atype=haberyazdir&articleid=868448
(yazıdaki başka dönemsel haller de geriye bakınca dikat çekiyor)
Bienal'in devam yolunu hicivleştirmek için hayal ettiği "panayır", yaşanan Gezi tecrübesine ne kadar da benziyor, insan hayret ediyor diyorlar ya, belirli bir aydınlanmacı mı diyelim ne diyelim, merkezi sol yerden bakınca, bienalin panayırın Gezi'nin vdlerinin hep aynı 'sapmalar' olarak gözükmesi ne tutarlı... (Hatta yazıdaki terimlerle söylersek 'postmodern sapmalar'). Oktay'ın hayal kurarken atladığı küçük nokta böylesi bir panayır gerçekleştiğinde halkın gerçekten büyük keyifle katılması, atlıkarıncalardan inmemesi ve panayırın dışında kalıp kaş çatmanın siyasi maliyeti çok yüksek olacağı için kategorik üsttenbakarların dahi taktik yakınlaşmalara ve manzarası iyi bir atlıkarıncaatı arayışına girecekleri.
bu arada, ben de panayırın yokluğunu kentte çok hissettiğimizi yeni düşünmüştüm. neden panayırlar kurulamıyor, engel nedir, ah ah panayırlar diye yeni vahlanmıştım. bu da benim sapmalı düşünüş tutarlılığım herhalde...
(yazıdaki başka dönemsel haller de geriye bakınca dikat çekiyor)
Bienal'in devam yolunu hicivleştirmek için hayal ettiği "panayır", yaşanan Gezi tecrübesine ne kadar da benziyor, insan hayret ediyor diyorlar ya, belirli bir aydınlanmacı mı diyelim ne diyelim, merkezi sol yerden bakınca, bienalin panayırın Gezi'nin vdlerinin hep aynı 'sapmalar' olarak gözükmesi ne tutarlı... (Hatta yazıdaki terimlerle söylersek 'postmodern sapmalar'). Oktay'ın hayal kurarken atladığı küçük nokta böylesi bir panayır gerçekleştiğinde halkın gerçekten büyük keyifle katılması, atlıkarıncalardan inmemesi ve panayırın dışında kalıp kaş çatmanın siyasi maliyeti çok yüksek olacağı için kategorik üsttenbakarların dahi taktik yakınlaşmalara ve manzarası iyi bir atlıkarıncaatı arayışına girecekleri.
bu arada, ben de panayırın yokluğunu kentte çok hissettiğimizi yeni düşünmüştüm. neden panayırlar kurulamıyor, engel nedir, ah ah panayırlar diye yeni vahlanmıştım. bu da benim sapmalı düşünüş tutarlılığım herhalde...
Oktay'ın yazısının başlığı da tutarlılığı tamamlıyormuş zaten: "Anarşist bir öneri"
Oktay'ın yazısı kalkar kaybolur diye buraya yapıştırıyorum:
Anarşist bir öneri
AHMET OKTAY
Radikal 2 / 07/10/2001
İstanbul Bienali, genellikle Doğu/Batı sorunsalı çerçevesinde konumlandırılabilecek oryantalistik izlek seçimleriyle dikkat...
İstanbul Bienali, genellikle Doğu/Batı sorunsalı çerçevesinde konumlandırılabilecek oryantalistik izlek seçimleriyle dikkat çekmeyi ve teknolojik ağırlıklı uygulamalarıyla uluslararası çıtayı tutturmayı öngören küratörleri ve yöneticileri sayesinde, artık iyice gelenekselleşmişe ve geleceğini garantiye almışa benziyor. Geçmiş yıllarda, postmodernist bazı düşüncelerin kuramsal cephaneliğinden destek sağlayarak 'et sanatı' ve 'vajina sanatı' gibi hayli sofistike ve teşhirci kavramsal uygulamalara (video filmler, enstalasyonlar vb.) bile hoşgörüyle bakabilen sponsorların varlığı, hiç kuşkusuz umut veriyor ve sanatçıları yüreklendiriyor.İlk iki yılında yerli küratörlere emanet edilen Bienal, sonraki yıllarda plastik sanatçılar arasındaki iç çekişmeleri, tartışmaları ve dedikoduları önlemek amacıyla, belki de bahanesiyle yabancı küratörlerle oluşturulmaya başlandı, izlek ve sanatçı seçimi de onlara bırakıldı. Ama bunun yeterli bir önlem ve çözüm olmadığı da, ilk uygulama yılından itibaren belli oldu.
Bu yılki VII. Bienalin küratörü Japonya'dan Bayan Yuko Hasegawa. Türkiye'nin "hiç de Avrupa Topluluğu'na aday bir ülke görünümünde olmadığını" belirten (Gençsanat, sayı 85, Eylül 2001) Bayan Hasegawa, öteki yabancı küratörlerden geri kalmıyor elbet ve postmodernist düşüncenin deposundan Bienal'in temasını el çabukluğuyla çıkarıveriyor: Egofugal. Türkçesi ile Egokaç. Bienal çerçevesinde sergilenen işlerin Bayan Hasegawa'nın niyetini ve umudunu karşılayıp karşılamadığı sorusunun hakkı saklı kalmak koşuluyla, küratörün, serginin ana izleğini belirlerken iyi niyetli olduğunu söylemek gerekir: "Egodan kurtulamazsak bu kaotik ortam bizi birbirimizi anlamamaya, yadırgamaya ve yoketmeye iter." (Gençsanat). Türkiye gibi büyük bir ekonomik/siyasal/toplumsal bunalım içinde bulunan, bireylerinin büyük bölümünün çaresizlik ve yarına güvensizlik duygusu içinde yaşadığı ve can derdine düştüğü bir ülkede, 'egokaç' gibi özgeci (altruist) bir çağrının 'muteberliğinin' çok tartışmalı olduğunu söylemek gerekir.
Hemen ekleyeyim: Bayan Hasegawa'nın "Doğulu kolektif bilinçle Batılı kolektif zekanın" biraz kendinden menkul ve hayli naif bir ütopik içerik yansıtan 'bir arada varoluş' çağrısı, ne yazık ki Bienalin açılışından önce, çifte bir saldırıyla politik/ideolojik düzlemde tuz buz edilmiş bulunuyor: Kapitalist dünya sisteminin jandarması ABD'ye düşman dünyanın ego - öznesi tarafından ve şu anda kimliksiz ve dinsel/ulusal bağlamda aidiyetsiz bu ego - özneye karşı 'sonsuz adalet' başlığı altında savaş başlatma kararı alan jandarmanın acımasız ego - öznesi tarafından.
Bienale dönelim.
Türkiye plastik sanat çevrelerinde dillendirilmiş tepkiler, küratörlük kurumunun doğrudan doğruya bir tür baskıcı iktidar olduğunu gösteriyor. Küratör, yansız, dengeleyici biri değil, tam tersine; kuşku götürmez biçimde bir diktatör. Astığı astık, kestiği kestik biri. Bütün Bienal'e onun kişisel zevki, kişisel sanatsal ve siyasal dünya görüşü yön veriyor. Bu diktatör kimlik, ilk iki Bienalin Türk küratörlerinde de görülmüş ve eleştirilere yol açmıştı. Ama yabancı küratörlerle sorun, Türk küratörler için de eleştirel bağlamda söz konusu edilmiş olan dışa bağımlılık gibi hayli tehlikeli bir sorunla bütünleşmiş bulunuyor. Küratörlerin uluslararası öneminden kimsenin kuşku duyduğu yok elbet. Ama Bienale dayattıkları ve kabul ettirdikleri temaların sorgulanamaz olduğunu kimse öne süremez. Diretilen şudur: Türkiye Doğu'dur, Doğuludur, tam da bu yüzden onun konumu Batı'ya göre değerlendirilmeli ve çözümlenmelidir. Önceki küratörlerden Rene Block'un tema başlığını anımsayalım: "Orient/ation". "Orient" Doğu, "Orientation" yönlendirme ya da yön belirleme anlamına geliyor. Bu Doğu/Batı sentezi arayışının birincil öznesi Batı ama, Türkiye burada madun konumda. Bir Doğulu olan Bayan Hasagewa da Batı'nın gözüyle bakıyor İstanbul'a ve Türkiye'ye. Asagewa'nın gözü Amerikalı Chris Burden'in gözü. Onun Yörük Çadırı, aslında Doğu'yu kulaktan duyma bilen Batılının çadırı. Valentino'nun "Şeyh" filminde ilk örneği verilen Hollywood filmlerinin çadırı o. Anadolu'nun, Cezayir'in, Fas'ın, Tunus'un içlerine doğru ilerlediğinde öyle bir çadırı zor bulur Burden. Halkı sömüren bir iki şeyhin dışında. Bunlar, Doğu'ya odaklanmış artistik masturbasyonlar aslında. Nazım söylemişti: "Öyle bir Şark yok/Olmayacak."
Bu noktada, Balkan Naci İslimyeli'nin eleştirel tepkisine dikkat etmek ve ciddiye almak gerekir: "Türk sanatçısı var gücüyle Batılı görünmek, bu olamıyorsa Batılı gözüyle Doğulu görünmek için çırpınıyor. Kendi tarihsel, kültürel kayıtlarını imha etmiş kuşaklar, arada şıklık olsun diye oryantalizm yapıyorlar. Globalizmin oluşturmaya çalıştığı 'kolektif tüketici bilinç' evrensel bilinç sanılıyor." (Gösteri, sayı 231, s.65, Eylül 2001).
Bu kolektif tüketici bilinç, söylemek gerekir ki, her şeyi eğlenceye dönüştürüyor. VII. Bienal'de de gülümsemeye yol açabilen işler var elbet. Örneğin Tepebaşı'nda, TÜYAP'n önündeki Riktrit Tiravanija'nın dörtlü projeksiyon gösterisi, bu hoşluklardan biri elbet. Vizontele dahil, dört farklı Türk filmini izleyebiliyor meraklılar. Ama buna gerçek anlamda izleme denebilir mi? Orası tartışmalı. Işıklandırmalar falan, hoş şeyler elbet. Ama bütün bu hoşlukların belirgin biçimde narkotik olduğunu söylersek haksızlık mı etmiş oluruz? Amerika'dan icazet almış bir ekonomisti kurtarıcı diye getiren Türkiye'de sorunları hep egemen sınıfların merceğinden görmeye zorlanmıyor muyuz? PKK ve Hizbullah terörü karşısında duygusal olmamaya özen gösteren baş yazarların, köşe yazarlarının özellikle New York'a saldırı karşısında gösterdikleri hemşehri kederinde, eleştirilebilecek, hiçbir aidiyet duygusu bulunmuyor mu dersiniz? "Amerika'ya borçluyum", sadece duygusal bir beyan olarak görülebilir mi?
1989'da 2. İstanbul Bienali dolayısıyla Milliyet kültür sayfasındaki yazılarımdan birinde, yapıtların açık alanlara taşınmasının kamusal işlevine değinmiş ve bir panayır havasının oluştuğundan söz etmiştim. Şimdi bu bağlamda bir öneride bulunuyorum: Madem sanatın ve sanat eserinin aurası'nın kalmadığının öne sürüldüğü, her şeyin sanat olduğunun savunulduğu ve anything goes anlayışının geçerli kılındığı zamanlara geldik, bir Küratör'ün diktatörlüğünde gerçekleştirilen Bienaller dönemine de son verilebilir. Bütün kent, sanatın emrine verilebilir. Bütün mekânlar (galeriler, tarihsel yapılar, kamusal binalar, trenler, vapurlar vb.), açık alanlar (parklar, stadyumlar, kıyılar, duvarlar vb.); profesyonel ve amatör, her isteyenin emrine verilebilir. İsteyen resim, enstalasyon, heykel, performans, grafitti, video filmi vb. ile katılabilir.
Teknolojinin böylesine geliştiği bir tarihsel anda, büyük ekranlar ve ses düzenleri kurulabilir. İnsanların kendilerini görsel-işitsel bağlamda ifade etmesinin yolları sağlanabilir. Kapalı ve açık mekanlar happening alanlarına dönüştürülebilir ve ajit-prop canlandırılabilir. Böyle bir panayırın tek kuralı da Kuralsızlık olarak belirlenebilir. Artık Anayasa değiştirileceğine ve Türkiye de demokratik bir toplum olacağına göre, kamu kuruluşları ve güvenlik güçleri 15 ya da 20 gün için biraz anarşiyi ve yasa ihlallerini hoşgörebilir(!).
Her şey serbest olmak üzere, yine de eylem birliğini, toplumsal kesimlerin geneline zarar verilmemesini sağlamak ve öneriler sunmak amacıyla Danışma Komiteleri oluşturulabilir. Yine iki yılda bir gerçekleştirilecek olan bu panayırın değişmeyen tek izleği şu başlık altında toplanabilir örneğin: Hayatımız. Herkes hayatını anlatabilir, hayat hakkında ne düşündüğünü söyleyebilir. Danışma Komiteleri, genel ve yerel koşulları göz önünde bulundurarak, bazı temaların işlenmesi için öneride bulunabilir. Bazıları: Ekonomik Durum, İnsan Hakları, Hortumcular, Siyaset/Mafya İlişkileri, Devletteki Soygun Düzeni, Basın Savaşlarının Nedenleri, Ünlü Düğünler, TV Dizilerini Niye Seviyor ve Niye Nefret Ediyoruz?, Parası Olanların ve Olmayanların Sorunları, Kızıldere ve Nurhak'da Neler Oldu?, Kim Kimi Neden Gözetliyor?, Hayat Hep Böyle Kayacak mı?, Beslenme, Akıl ve İktidarsızlık, Biz Neden Doğarken Ölmüşüz?
Herkes çalışmaya başlayabilir.
31 Temmuz 2014 Perşembe
CABRIO-ISLAMCILIK VE İYİ HAYAT
EŞARPLAR MI HIZ MI?
Metroda ilerlerken gördüğüm bir Armine reklamı ile durakaldım. Bir cabrio, üstü açık araba, iki kapalı genç kız ve slogansız sunulan bir marka: Armine.
Tercüman'ı yazarken bir tipleme gerektirdiği için 'İslamcı moda dergileri'ni alıp incelemiştim. Hafiften aşinayım. Ama burada başka bir şey var. Dikkat çekici bir ilan.
Metroda ilerlerken gördüğüm bir Armine reklamı ile durakaldım. Bir cabrio, üstü açık araba, iki kapalı genç kız ve slogansız sunulan bir marka: Armine.
Tercüman'ı yazarken bir tipleme gerektirdiği için 'İslamcı moda dergileri'ni alıp incelemiştim. Hafiften aşinayım. Ama burada başka bir şey var. Dikkat çekici bir ilan.
İlk akla gelenler basit ama not edilesi: yeni zenginler, çok zenginleşenler, devlet denilen ve büyük belediyelerle, taşeronlarla, türlü uzantılarla vd.leriyle de birleşen ve parti yapısı ile kılcallanan Türkiye'nin o en büyük işvereninin yarattığı fazlaların kabuğuna sığmamalar, İslamcı bujuvazi, vs vs...
Peki neden iki kapalı kız da, veya iki eşarplı kız mı demeli, ya da arabanın markası neyse artık iki x'li [Porsche?] kız, veya iki zengin kızı ya da salt iki zengin kız da, yola bakmıyorlar da sağa sola bakıyorlar! Sürücü dahil kimse yola bakmamakta. Düz okuma: gözleri dışarıda! Bu dışarıdalık elbet ilk anlamıyla flört amacıyla dışarıda diye de okunabilir, ama bir o kadar da alışveriş için gözleri dışarda diye okunabilir: arabayı aldım, eşarp da bende, peki şimdi ne alabilirim!?
Cemaat-AKP çatışması gölgesinde okuma: kızlardan biri Gülenci biri iktidar yanlısı o yüzden biri sağa bir sola bakıyor, bir tür küslük anı bu!...
İyi de neden kimse yola bakmıyor: çünkü artık arabayı sürmeye gerek kalmadı, otomatik pilotta gidiyor otomobil. Otomobil uçar gider gitmesine ancak sağda solda türlü cazip nesneler, hayatlar, olasılıklar da geçit töreni yapmakta. İşte onlarla etkileşime girmek gerek.
Bu bir 'özgürleşme' de belki: otomobilde erkek yok, iki kız, piyasa yapmaya çıkmışlar, ana caddede bir aşağı bir yukarı gidercesine, veya gezmeye çıkmışlar, turluyorlar. Kimbilir belki de ellerine kına yaptırmaya gidiyorlar Dubai'de uzmanlaşmış ve haftada bir gün lüks bir mekanda seçkin müşterilerine hizmet veren işinin ehli bir kınacıya. Huqqa?
Bu fotoğraf rüzgarda arabanın uçuştuğu klasik -60'ların? 50'lerin?- Hollywood karelerine atıfla kurgulanmış bir sahne kuşkusuz. Oradaki haz öğesine, maceraperestliğe, olaylara tekerlekleri sürmeye bir atıf. Bir de tabii aynı Hollywood karesinin çağrışımı eşarbın rüzgardan uçup gitme ihtimalidir. Tesettürlü kız 'iyi hayat'a hızlı girdiğinde böyle bir ihtimalle flörtleşebilir elbette.
İyi hayat vizyonu hep devrilen iktidardan aynen alınıyor neredeyse. Düşen aristokrasinin son günlerini iyi hayatın zirvesi belleyen burjuvazi gibi tıpkı, tarihte.
İki kız da yola bakmıyorlar, bir başka düz okuma: kaza yapacaklar!
Kuşkusuz reklam bize bu kızlardan biri olma ihtimalini satıyor. Ama aynı zamanda yol kenarında olup da bu kızların gülümseyen bakışlarını yakalama ve el sallama, göz kırpma, merhabalaşma, dikkatlerini çekme belki onlara birşeyler satma veya onlarla bir ilişkiye geçerek iyi hayata bir ucundan bulaşma ihtimalini de satıyor.
Yani yeni zenginlerden biri veya orta karar bir avantanın uzak ortağı olmasanız da yapacak en iyi şeyin günün iyi hayatını takip etmek olduğunu söylüyor.
Biz sonuçta metroya binmek üzereyken görüyoruz bu ilanı (başka yerlerde de yayınlanmıştır muhtemelen de ben kendi tanıklığımdan hareket ediyorum). Yerin altındayız. Toplu taşıma içindeyiz. İçimize çektiğimiz fantezi şu olmak durumunda: metrodan çıkacağız ve bu araba gülümseyen, ilgili, makbul ve imrenilesi sahipleri eşliğinde salına salına önümüzden geçecek!
Dolaştıkları, içinden geçip gittikleri mekanın çok belirgin bir adreslenmesi olmaması da bundan değil mi? Her yerde olacağı varsayılabilir bu geçişin. Metrodan belki de son durakta ineceğim ve orada beni yeni bir inşaat, yeni bir bulvar, yeni bir Hollywoodvari geçiş bekliyor olacak!
Cabriolu kızlar şunu da söylüyorlar: bu fazla babalarla elli kere umreye gidilemez! Başka bir şeyler yapmak, başka bir yerlere gitmek gerek bu paranın hakkını verebilmek için. Sözgelimi, iyi hayatın içinden tıpkı bir korku tünelinden geçiyormuşcasına, otomotik pilotta, geçmek gerek... Ama tabii korkacak hiçbir şey yoktur iyi hayatta, her şey naylondandır o kadar...
Hatta, belki, kazadan sonra bile!..
19 Mayıs 2014 Pazartesi
DİKKAT GEZİCİ GELEBİLİR!
DİKKAT GEZİCİ
GELEBİLİR!
Soma'da polisin Somalılar
arasında "dikkat Geziciler gelebilir," diye korku salmaya
çaldığını duyuyoruz (mesela bakınız Mehveş Evin'in şu yazısı: http://www.sendika.org/2014/05/insan-artik-gercekten-hayret-edemiyor-mehves-evin-milliyet/). Çok ilginç aslında. Anlaşılan Gezici
dediğimiz insanlar tiyatro trupu gibi kentten kente geziyorlar.
Hatta, işin daha da garibi, aynı anda birkaç kentte, giderek pek
çok kentte olabiliyorlar. Bunu da "Her yer Taksim" diye
açıklıyorlar. Peki kim bu Gezici? Evet kim bu Gezici belli değil.
Gezici diyorlar adına fazla detaylandıramıyorlar çünkü sen de
olabilirsin kastedilen. Geziciler gelebilir; sosyalistler gelebilir,
anarşistler gelebilir, komünistler gelebilir, Kemalistler
gelebilir, antikapitalist müslümanlar gelebilir, teröristler
gelebilir, apolitikler gelebilir, Kürtler gelebilir, Ermeniler
gelebilir, eşcinseller gelebilir, sinirli kadınlar gelebilir,
mahalleli gelebilir, lümpenler gelebilir, öfkeli kalabalıklar
gelebilir, çağrılmamış bütün yakuplar gelebilir...
Gezici her yerden
gelebilir, hatta içinizden de gelebilir!
Evet, Geziciler gelebilir
dikkat, çünkü Gezicilik içinizden gelebilir. Her kılıkta
gelebilir. Avukat olarak gelebilir, doktor olarak gelebilir, annen
olup gelebilir, bilgisayar mühendisi, taraftar, reklamcı, yat
kaptanı, hostes, öğretmen, sanatçı, şoför, işsiz güçsüz
demez türlü kılıkta belirebilir. Ölülerin suretine bürünür
de gelir, çocuk olur gelir. Aman yolları kapatın, silahları
çıkartın, karakolları hazırlayın. Devlet olmayan herkes Gezici
olabilir. Hatta düne kadar devlet olmuş olan da bugün Gezici'ye
dönüşebilir. Gezicilik adı üstünde gezmektedir kimliklerde ve
yerlerde ve durumlarda. Öyle ki ne zaman Gezici'ye dönüştüğünüzü
siz bile bilemeyebilirsiniz. Belki de şu anda Gezicisiniz! Hiç boş
bulunmaya gelmez, her an tetikte olmak gerekir. "Olmaz ki
canım," dediğiniz bir an, canınızın yandığı bir an,
adaletsizliklere itiraz ettiğiniz bir an, "hayır canım, yeter
artık, böyle de şey mi olurmuş, biraz akıl biraz izan, biraz
vicdan," dediğiniz bir an, hop hop değiş tonton: bir de
bakmışsınız Gezicisiniz! Bu işte şeytanların, gulyabanilerin, hayaletlerin, cinlerin veya
uzaylıların da parmağı olabilir, tamamen bilimsel bir açıklaması
da olabilir. Belki de kaderinizde vardır Gezici'ye dönüşmek.
Kimbilir, şeytan kovma seanslarına benzer Gezici kovma seanslarına
ihtiyacınız vardır. Çünkü bu Gezici, içinizden de gelse
dışarıdan da gelse gelince kolay kolay çıkıp gitmeyen bir
mahlukattır. Tekel işçilerinin çadırları gibi gelir ve uzun
uzun kalır. Şekil değiştirir, kabuk değiştirir, kanınıza
girer. Sizi siz olmaktan çıkarır. Gezici yapar. Amanı bilir
misiniz. Dikkat. Benden söylemesi.
16 Mayıs 2014 Cuma
FAKİRİN KÖMÜRÜ ZENGİNİN DİLİNİ YORDUĞUNDA
Hüseyin Çelik, AKP parti sözcüsü, bir nevi hükümet sözcüsü olarak, fakirin kömürünü zengin mi çıkartsın saçmalamayın demiş. videosu da var. izledim. an itibarıyla şurada mesela:
http://www.haberler.com/huseyin-celik-fakirin-komurunu-zengin-mi-6039082-haberi/?utm_source=Facebook&utm_campaign=facebook_hc
ne çok rezalet, skandal, felaket, boktanlık, acı, kahrolma ve kandırılma var gibisinden bir cümleyle dürtülerek uyandım 6 gibi. yattığım yerden alt alta dizmeye çalıştım kafamda ama çok uzun bir liste, çok karmaşık. kalktım. bir kenara yazmayı deneyeyim dedim.
Olmuyordu, çok uzun, çok dallı budaklı. O sırada bu haberi gördüm. fakirin kömürünü zengin mi çıkartsın haberi. neyin doğal olan olduğu tartışmasının merkeziliği dikkatimi çekti. sağduyu diyor Savaş (Kılıç) burada itaat edilene. karışık. sonra dönmek üzere keselim--
fakirin kömürünü
zengin mi çıkartsın ünlemi şunu söylüyor: elbette zenginin
kömürünü fakir çıkartacak bunda ne anormallik var. dünyanın
düzeni bu. bak sen gazetecisin zengin değilsin ama bir bilgin,
mesleğin, bir artın var, sen de madene girmezsin. rezil bir yer
orası. kim girer. en alttaki niteliksiz. bu da işin doğasıdır.
ölürse de o ölür. sen mi ölecektin, zengin mi ölecekti, ben mi
öleydim? demekte...
sınıfsal adaletsizliğin
insan doğasının, hatta genel olarak doğanın bir yansıması
olduğu inancı, sözgelimi maden işçilerinin toprak solucanları
gibi birşey olduğu, zenginlerin, maden sahiplerinin de günde 50-60
solucan yemesi gereken köstebekler olduğu, gazetecilerin de
ağaçlarda yaşayan kelebekler olduğu, dolayısıyla da toprağın
altına girip solucan yemedikleri, işte dünyamızın da böyle bir
yer olduğu, acımasız gibi gözüktüğü ama böyle yaratıldığına
göre bu acımasızlıkta da bir anlam olması gerektiği, ve bu
anlamın da eğer varsa kutsal olduğu ve sorgulanmaması gerektiği
çünkü değiştirilemeyeceği ve bizim denetimimizin üzerinde
olduğu ve nedenini nasılını bilemediğimiz ve bilemeyeceğimiz
fikri toplumsal ilişkilerin tamamen kültürel ve siyasal
tasarımları yansıtan yanlarını belirsizleştirmek için devreye
sokuluyor elbette.
seni öldürüyorum ama
bu seni öldürmek istediğim için değil, ben köstebek olduğum
için sen de solucan olduğun için, böyle olmakta. sen köstebek
olsaydın sen beni yiyecektin. ne yapalım, kutsal takdir böyle.
köstebek için yapılacak tek bir şey var: solucanı hazmetmek.
kelebeğe düşen de güzel kanatlarıyla etrafta uçuşmak öleceği
yakın an gelene dek.
böyle olunca elbette
sömürgecilik diye bir şey de yok tarihte, solucan üçüncü
dünyalılar var, kölecilik diye bir şey de yok, solucan
afrikalılar var, solucan zenciler var, Naziler de yok, solucan
Yahudiler var, Filistin de yok, solucan Filistinliler var, erkek
cinayetleri de yok, solucan kadınları doğaları gereği mecburen
yiyen erkekler eşler sevgililer var, ekonomik adaletsizlik yok, Wall
Street üçkağıtçıları yok, ABD parababalarının siyaseti de
yöneterek yüzde 1'i iyice inceltmesi yok, yüzde 99'un solucanlığı
var, Kaddafi'nin Mübarek'in baskıları yok, solucan Arap halkları var,
uluslararası ilaç tekelleri yok, tarım tekelleri yok, köle işçiler yok, insan kaçakçılığı yok, paryalaştırmalar yok, Pol Pot yok,
Endonezya katliamı yok, Robinson ile Cuma yok Cuma'nın solucanlığı
var, güçlünün kazandığı her momentte gücün doğayı
yansıttığı fikriyle kutsanışı var.
eh böyle olunca da
madencileri dert etmeye gerek yok, kot işçilerini dert etmeye gerek
yok, tersane işçilerini dert etmeye gerek yok, onlar için illa
üzüleceksen daha üzülecek çok solucan var dünyada. sen
üzüleceksen ülkemiz (yani köstebeklerin birliği) daha çok
solucan yiyemedi ve daha büyüyemedi diye üzülmelisin. (çünkü
doğadan yana olmayı güçten yana olmak olarak anlamalısın).
Tabii Gezi'yi
anlayamazlar ve taban tabana ters gelir: ağaçları korumak da ne?
Ağacı kesecek gücüm varsa kesmeliyim. bu şekilde büyüyeceksem
büyümeliyim. bu doğadır. diğeri vatana(köstebeklerin vatanı
olup olmaması fark etmez), dahası doğaya (bu anlamda kutsallığa)
ihanet.
ilerlemecilik, kalkınmacılık, sermayeyi büyütmek, bunlar asıl doğamız, güçlenme güdümüz, yoksa köprü yapılacak da rant olacak diye kestiğimiz ağaçlar öldürdüğümüz canlılar doğa değil.
1 mayısı ayaklar baş olmaya çalışıyor diye okumak ve bunun doğaya tersliğin ispatı olduğunu öne sürmek gibi. 1 Mayıs haklı olsaydı ayaklar aşağıda baş yerde olurdu, ama nasıl, ayaklar yerde, baş yukarıda, demek ki 1 Mayıs haksız ve doğaya ters, sömürü, ayakların ezilmesi ve birilerin ayak olması doğal, zihniyeti.
biyolojik metaforlarla sömürüyü meşrulaştırmak çok eski de bir taktik tabii.
güçlünün sürekli güçsüzü ezmesi doğa değil, doğamız birlikte yaşamak, birliteliği süreklileştirmek için ahlak diye bir şey bulmak, vicdan sahibi olmak ve birlikte hayatlar, kültürler, dünyalar kurmak olarak algılanmadığı sürece zor.
Kropotkin'in neden darwinizm ile uğraştığını da anlatıyor bize.
tabii İslamcılar Darwin'i baş düşman belliyorlar ama buradaki mantık Darwinizme de epey oturuyor gibi.
neyse, konu uzun.
Olmuyordu, çok uzun, çok dallı budaklı. O sırada bu haberi gördüm. fakirin kömürünü zengin mi çıkartsın haberi. neyin doğal olan olduğu tartışmasının merkeziliği dikkatimi çekti. sağduyu diyor Savaş (Kılıç) burada itaat edilene. karışık. sonra dönmek üzere keselim--
11 Mayıs 2014 Pazar
İYİYİ GÖSTERENİ BUL, ÖNCE İYİYİ, SONRA GÖSTERENİ VUR. ŞİMDİ SOLUKLANABİLİRSİN. (NEMFOMANYAK -LARS VON TRIER)
Trier'in Nemfomanyak'ını sonunda seyrettim. Trier filmlerinde nicedir 'makale' tadı alıyorum. Gene bir makale gibiydi film başlangıçta benim için. Nemfomani terimi üzerinden cinsellik hakkında bir tez geliştiriliyor, ana metni Joe/Charllotte Gainsbourg konuşturuyor, dipnotları da Seligman/Stellan Skarsgard veriyordu. Cinsellik ve hazla meselesi olanların filmi yasaklamasında şöyle de bir problem görünüyor biraz ilerledikçe: film zaten cinselliğin ululanmasına karşı çıkan ve tezlerini ispatlamak konusunda agresif bir makale tadında. Trier'in en erken dönemlerinden beri ana teması olan idealizm eleştirisi ve idealist eleştirisi aynen devam ediyor. 'İyinin yeri'ni görür gibi olduğu anda ateş eden bir sniper havasında. İyi ile kötüyü belirsizleştiriyor değil hayır, insandaki iyi ve kötü yönlerin dengesini, belirsizliğini, içiçeliğini ve bununla başetme yöntemlerimizi ele almış da değil. Kötüyü net olarak işaretleyip kendimizi iyi kategorisine koyduğumuz anlara saldırıyor, iyi varsaydığımız her şeye nihilizan bir alttan oyma suikasti planlıyor. Sözgelimi çocuk pornosu ve çocuklara yönelik cinsel taciz Batı'nın özgürleşmiş cinsellik evrenindeki tek günah olarak genel kabul gören günah bugün diyelim. Elde kalan tek (cinsellik odaklı) kötü. Onun dışında Batı'da cinsel olup da kötü olan bir şey kalmamış durumda. (Tecavüz veya insan kaçakçılığı da içeren seks ticareti gibi olgular cinsellikten yüzünden değil suç-suç oldukları için problem sayılıyorlar, ama çocuklara dönük arzunun kendisi suç/günah/tabu tüm oyuncular için). Durum buyken Trier bebekler için her şeyin cinsel olmasından lafa giriyor, çocuk yaşta kızlara cinsel oyunlar oynatıyor, 18 yaşında altında genç kızları erkek avında dolaştırıyor, ve çocuklara yönelik cinsel arzu duyan bir adamı 'anlıyor' (Hitler için bunu söylemesi üzerine ona saldıranlara bir ön-yanıtı, devamının da geleceğini sanıyorum).
Joe filmde iki kahramanın önünde net olarak diz çöküp emiyor: 1)eşiyle romantik bir çiftleşme yaşayıp çocuklarına hamile kalma planı içindeki nezih koca -tam bir iyi 2)çocuklara yönelik cinsel isteği olan ve de borçlarını ödemeyen sapık adam -tam bir kötü. Ancak bu diz çöküp emme edimi her ikisini de yerlerinden ediyor: iyi koca iyiliğini yitiriyor. Pırıl pırıl planlanmış döllenme ritüeli trende yabancı bir kıza ikram edilen döllerle anlam sarsılmasına uğruyor. Kocanın iyiliğini de emiyor ve orgazm ile birlikte adamı yücelikten boşaltıyor. Onu trene alıyor. Şimdi hep birlikte aynı berbat yolculuğa devam edebiliriz. Kimse hava atmaya kalkmasın. Ve Seligman bu sayede daha taze yeni döllerin geleceğini öne sürerek iyiyi iyice belirsizleştiriyor. İyinin bozulması iyi oldu -ne açıdan? Doğa açısından. Daha sağlıklı nesiller açısından. (Belki Nazi bir fikir kimilerince). Sordurttuğu soru şu: Kocanın eşine sadık kalarak döllerini trenlerde tanımadığı genç kızlara ikram etme önerisine karşı koyup bundan duyacağı ahlaki üstünlük ve erdem hissiyle eve varması ve karısını döllemesi mi iyidir yoksa bu çiftin çocuklarının genç kızın son saniyedeki büyülü dokunuşu sayesinde daha diri daha taze spermlerle döllenecek olması mı?
İkinci örnekte de katıksız kötü olan adamla emme edimi empati kurmayı temsil ediyor. Onu böylece anlıyor Joe. Ve biraz da taltif etmek istediğini söylüyor. Acılarını biraz dengelemek. Trier'in yaptığı ise daha basit gibi: orada katıksız bir kötü (sapık çocuk tacizcisi) var deyip, onu parmakla göstererek kendini iyi kategorisine sokmaya yeltenecek herkese saldırı. Film-makale, ilk sevgiliyi, cinsel hazzı, cinsel fantezileri, her tür aşkı, evliliği, bağlılığı, çapkınlığı, arkadaşlığı (önce kız kıza arkadaşlığı sonra kadın-erkek dostluğunu), kibarlığı, erkeksiliği, kadınsılığı, entelektüelliği, hayvansılığı ve diğerlerini itibarsızlaştırmak üzere kurulmuş gibi. Bunların hepsi boşa çıkıyor peş peşe. Nihilizmin bu şekilde işlenişi peki neden okuru duygusal olarak yakalamıyor? Sanırım basit yanıt çünkü her tür duygunun geçersizliğini anlatmaya çalışan titiz ama boğucu bir makale ile karşı karşıya olmamızda.
Hikayenin kendisi hakkındaki belirsizlikler makale-filmin bence güçlü yanları. Joe'nun anlattığı hikaye (ana metin) gerçek hayattan mı alınmıştır yoksa bir kurgu mudur? Bilemiyoruz. Kurgu olduğu şüpheleri güçlü. Ama inanmanın keyfine çağrılıyoruz. İnan ki diğer ideallere, dinlere, sekse, özgürlüğe, ahlaka inanmıştın, bu hikayeye de inan. Aşka nasıl inandıysan ve aşk düşmanlığına nasıl inandıysan ve tekrar aşka nasıl inandıysan öyle inan. Yani aldatılmaz üzere ve aldatmak üzere inan. Aşk, Trier'in en kolay indirdiği hedef, o yüzden onunla fazla oyalanmıyor. Aşk dışındaki özgürlük ve iyilik/asalet tahayyüllerine nişan alıyor. Joe'nun hikayesinin bizi aldattığı yerler abartılar, saptırmalar, sembolizmler, şişinmeler, yönlendirmeler ve yalanlar. (Bunları elbet bilemiyor ama seziyoruz ve sezmemiz 'bildiğimizi düşünmemiz' için yeterli.) Bizim Joe'nun (Seligman'la birleşip gelen) hikayesini aldatmalarımız ise inanmazken inanıyor gibi yapmalarımız, uyarılmazken uyarılıyor gibi yapmalarımız, ilgilenmezken ilgileniyor gibi yapmalarımız.
Seyrettiğimiz seks görüntüleri ve canlandırmalar Joe'nun anımsamaları mıdır, Seligman'ın kafasında canlandırmaları mı yoksa ikisinin bir karışımı mı? Seligman Joe'yu okulda hayal ederken metinsizce canlandırmaktadır kurguyu. Joe'nun verdiği bir metin elinde olmaksızın ve salt keywordle ('eğitim').
Seligman karakterinin güçlü bir karakter olmasına da izin vermiyor Trier. Bunun için filmi güçten düşürmek pahasına kolunu bacağını kesiyor karakterin. Önce onu aseksüel kılarak baştan beri takındığı sofistike düzeyi ve cinsel baştançıkarmalara karşı dirençli metinsel dünya algısını baltalıyor. 'Normal' cinsel hayatı olan bir karakter olsaydı Seligman hayli güçlü bir karakter olarak iz bırakacaktı. Sonunda sevişse de sevişmekle hiç ilgilenmese de, sonunda tecavüz/taciz etse de etmese de. Ama böyle yapmış olsaydı 'iyi kitap-insanı', 'iyi olarak entelektüel', ahlaken iyi ya da değil ama özenilesi olarak, grado sahibi adam olarak Seligman sivrilecek ve kendisiyle beraber okumanın, kitapların, kültürün de yüceliğini, ahlaken olmasa bile seviye olarak üstünlüğünü gösterecekti. Trier tüm bunları Seligman'ı aseksüelleştirerek bozdu ve onun dipnotlarını ve 'kadınsı sunum'larını (çatal çörek hikayesi) taktikler olmaktan çıkarıp gerçek zayıflıklar olarak okuttu. Yapamadığı için yapmıyordu. Sonda da gene yapamadığı için yapmadan ölecekti. Biliyordu çünkü yaşayamıyordu. Dinliyor ve anlıyordu çünkü konuşamıyor, söyleyemiyor ve edemiyordu. Dolayısıyla dinlemek, anlamak, okumak ve bilmek birer erdem değildi. Ancak sondaki geceyarısı yatağa gelip taciz sahnesi esas arkadaşlık/dostluk idealine hücum açısından işlevliydi. Dostluk yoktu, nasıl arzu da sahici bir şey olarak yoksa. İkisi de sahtelikler ve çöküşler olarak varlar. Kendi kendilerini yalanlamak ve hayatı parçalamak için. Seligman öldürülürken dostluk ideali de öldürülmüş oldu.
Anneyi çocuklarını hiçe sayan Uma Thurman/Mrs H. ile, babayı ölürken çirkinleşen ve bu çirkinliği ve yitimiyle azdıran/ıslatan Joe'nun babası karakteriyle, kocayı Mr. H ve trendeki asil yabancı ile, eş olarak kadını Joe'nun babasına son yolculuğunda eşlik etmeyen ve sürekli korkunç tanımlanan Joe'nun annesiyle ('anne' hakkındaki en derli toplu düşünceleri bu kadın için tüm filmde söylenenler toplandığında ulaşılabilir sanki), çırağı P ile ustayı sekreteri ile kaçan Jerome ile bozuma uğratmak peşinde görünüyor.
K/Jamie Bell'e yapılan ziyaretler de günümüzde giderek itibarı yükselmekte olan BDSM'yi bir alternatif olmaktan, bir güven, mutluluk, haz, oyun ve eğlence mekanı olmaktan çıkarıp bozuma uğratmak için tasarlanmış gibi. Çocuğun ihmal edilmesine, evde tek başına bırakılmasına, bir önceki filmde düştüğü ölümden bu kez dönmesine neden olan şey bu 'son iyi alternatif' olarak konuyor. Nasıl Anti-Christ'ta yaptıysa uygar-arzu gene çocuğu öldürmeye kalkıyor -BDSM'yi de bir olası iyi olarak çürütmenin aracı olarak bu bölüm kapıları kapatıyor.
Başka bir yerde ise ırkçılık karşıtlığını da siyah penise duyulan özlemi de peş peşe hamlelerle boşa düşürüyor.
Başka işler var, çok fazla Nemfomanyak'la zaman geçirmeyeyim, zaten filmi seyretmek saatlerce sürdü. Devam etsem daha bir sürü örnek çıkar.
Özetle, temelde Trier'in idealizm karşıtlığını seviyorum. İdealist karşıtlığını da. idealistin salgın hastalığı kurtaran değil esas yayn kişi olduğu vurgusunda dinlenmesi gereken birşeyler kesinlikle var. Belki en çok izlenmesi gereken filmi her zaman Epidemic. Trier belki abartıyor ve imkansızlaştırıyor, fazla nihilizme kaydırıyor, hiç çıkış önermek istemiyor ama çıkış olarak kendini sunan pek çok şeyi de tek tek topa tutmasının bir değeri var. Öte yandan, Nemfomanyak fazla kafaya kakma odaklı, fazla mesajlı bir sanat eseri. Nasıl derler, çok düz bir akademik üslup. Bütün kendini iyi olarak sunanların aslında kötüye düşürülebileceğini böylesine tutkuyla anlatan biri ancak iyiye fazla inanmış biri olabilir gibi degeliyor. İyinin hayal kırıklığını fazla büyük yaşayan biri. Bu da, sanat için, elbette iyi. Sadece, Nemfomanyak, en iyi dışavurumu olmamış. Belki de bir tür altlık diye bakmak lazım. Geç dönem altlığı. Bunun üzerine belki de nihilizmi yıkan bir film gelmesi lazım. Ki onun işaretleri de var...
Joe filmde iki kahramanın önünde net olarak diz çöküp emiyor: 1)eşiyle romantik bir çiftleşme yaşayıp çocuklarına hamile kalma planı içindeki nezih koca -tam bir iyi 2)çocuklara yönelik cinsel isteği olan ve de borçlarını ödemeyen sapık adam -tam bir kötü. Ancak bu diz çöküp emme edimi her ikisini de yerlerinden ediyor: iyi koca iyiliğini yitiriyor. Pırıl pırıl planlanmış döllenme ritüeli trende yabancı bir kıza ikram edilen döllerle anlam sarsılmasına uğruyor. Kocanın iyiliğini de emiyor ve orgazm ile birlikte adamı yücelikten boşaltıyor. Onu trene alıyor. Şimdi hep birlikte aynı berbat yolculuğa devam edebiliriz. Kimse hava atmaya kalkmasın. Ve Seligman bu sayede daha taze yeni döllerin geleceğini öne sürerek iyiyi iyice belirsizleştiriyor. İyinin bozulması iyi oldu -ne açıdan? Doğa açısından. Daha sağlıklı nesiller açısından. (Belki Nazi bir fikir kimilerince). Sordurttuğu soru şu: Kocanın eşine sadık kalarak döllerini trenlerde tanımadığı genç kızlara ikram etme önerisine karşı koyup bundan duyacağı ahlaki üstünlük ve erdem hissiyle eve varması ve karısını döllemesi mi iyidir yoksa bu çiftin çocuklarının genç kızın son saniyedeki büyülü dokunuşu sayesinde daha diri daha taze spermlerle döllenecek olması mı?
İkinci örnekte de katıksız kötü olan adamla emme edimi empati kurmayı temsil ediyor. Onu böylece anlıyor Joe. Ve biraz da taltif etmek istediğini söylüyor. Acılarını biraz dengelemek. Trier'in yaptığı ise daha basit gibi: orada katıksız bir kötü (sapık çocuk tacizcisi) var deyip, onu parmakla göstererek kendini iyi kategorisine sokmaya yeltenecek herkese saldırı. Film-makale, ilk sevgiliyi, cinsel hazzı, cinsel fantezileri, her tür aşkı, evliliği, bağlılığı, çapkınlığı, arkadaşlığı (önce kız kıza arkadaşlığı sonra kadın-erkek dostluğunu), kibarlığı, erkeksiliği, kadınsılığı, entelektüelliği, hayvansılığı ve diğerlerini itibarsızlaştırmak üzere kurulmuş gibi. Bunların hepsi boşa çıkıyor peş peşe. Nihilizmin bu şekilde işlenişi peki neden okuru duygusal olarak yakalamıyor? Sanırım basit yanıt çünkü her tür duygunun geçersizliğini anlatmaya çalışan titiz ama boğucu bir makale ile karşı karşıya olmamızda.
Hikayenin kendisi hakkındaki belirsizlikler makale-filmin bence güçlü yanları. Joe'nun anlattığı hikaye (ana metin) gerçek hayattan mı alınmıştır yoksa bir kurgu mudur? Bilemiyoruz. Kurgu olduğu şüpheleri güçlü. Ama inanmanın keyfine çağrılıyoruz. İnan ki diğer ideallere, dinlere, sekse, özgürlüğe, ahlaka inanmıştın, bu hikayeye de inan. Aşka nasıl inandıysan ve aşk düşmanlığına nasıl inandıysan ve tekrar aşka nasıl inandıysan öyle inan. Yani aldatılmaz üzere ve aldatmak üzere inan. Aşk, Trier'in en kolay indirdiği hedef, o yüzden onunla fazla oyalanmıyor. Aşk dışındaki özgürlük ve iyilik/asalet tahayyüllerine nişan alıyor. Joe'nun hikayesinin bizi aldattığı yerler abartılar, saptırmalar, sembolizmler, şişinmeler, yönlendirmeler ve yalanlar. (Bunları elbet bilemiyor ama seziyoruz ve sezmemiz 'bildiğimizi düşünmemiz' için yeterli.) Bizim Joe'nun (Seligman'la birleşip gelen) hikayesini aldatmalarımız ise inanmazken inanıyor gibi yapmalarımız, uyarılmazken uyarılıyor gibi yapmalarımız, ilgilenmezken ilgileniyor gibi yapmalarımız.
Seyrettiğimiz seks görüntüleri ve canlandırmalar Joe'nun anımsamaları mıdır, Seligman'ın kafasında canlandırmaları mı yoksa ikisinin bir karışımı mı? Seligman Joe'yu okulda hayal ederken metinsizce canlandırmaktadır kurguyu. Joe'nun verdiği bir metin elinde olmaksızın ve salt keywordle ('eğitim').
Seligman karakterinin güçlü bir karakter olmasına da izin vermiyor Trier. Bunun için filmi güçten düşürmek pahasına kolunu bacağını kesiyor karakterin. Önce onu aseksüel kılarak baştan beri takındığı sofistike düzeyi ve cinsel baştançıkarmalara karşı dirençli metinsel dünya algısını baltalıyor. 'Normal' cinsel hayatı olan bir karakter olsaydı Seligman hayli güçlü bir karakter olarak iz bırakacaktı. Sonunda sevişse de sevişmekle hiç ilgilenmese de, sonunda tecavüz/taciz etse de etmese de. Ama böyle yapmış olsaydı 'iyi kitap-insanı', 'iyi olarak entelektüel', ahlaken iyi ya da değil ama özenilesi olarak, grado sahibi adam olarak Seligman sivrilecek ve kendisiyle beraber okumanın, kitapların, kültürün de yüceliğini, ahlaken olmasa bile seviye olarak üstünlüğünü gösterecekti. Trier tüm bunları Seligman'ı aseksüelleştirerek bozdu ve onun dipnotlarını ve 'kadınsı sunum'larını (çatal çörek hikayesi) taktikler olmaktan çıkarıp gerçek zayıflıklar olarak okuttu. Yapamadığı için yapmıyordu. Sonda da gene yapamadığı için yapmadan ölecekti. Biliyordu çünkü yaşayamıyordu. Dinliyor ve anlıyordu çünkü konuşamıyor, söyleyemiyor ve edemiyordu. Dolayısıyla dinlemek, anlamak, okumak ve bilmek birer erdem değildi. Ancak sondaki geceyarısı yatağa gelip taciz sahnesi esas arkadaşlık/dostluk idealine hücum açısından işlevliydi. Dostluk yoktu, nasıl arzu da sahici bir şey olarak yoksa. İkisi de sahtelikler ve çöküşler olarak varlar. Kendi kendilerini yalanlamak ve hayatı parçalamak için. Seligman öldürülürken dostluk ideali de öldürülmüş oldu.
Anneyi çocuklarını hiçe sayan Uma Thurman/Mrs H. ile, babayı ölürken çirkinleşen ve bu çirkinliği ve yitimiyle azdıran/ıslatan Joe'nun babası karakteriyle, kocayı Mr. H ve trendeki asil yabancı ile, eş olarak kadını Joe'nun babasına son yolculuğunda eşlik etmeyen ve sürekli korkunç tanımlanan Joe'nun annesiyle ('anne' hakkındaki en derli toplu düşünceleri bu kadın için tüm filmde söylenenler toplandığında ulaşılabilir sanki), çırağı P ile ustayı sekreteri ile kaçan Jerome ile bozuma uğratmak peşinde görünüyor.
K/Jamie Bell'e yapılan ziyaretler de günümüzde giderek itibarı yükselmekte olan BDSM'yi bir alternatif olmaktan, bir güven, mutluluk, haz, oyun ve eğlence mekanı olmaktan çıkarıp bozuma uğratmak için tasarlanmış gibi. Çocuğun ihmal edilmesine, evde tek başına bırakılmasına, bir önceki filmde düştüğü ölümden bu kez dönmesine neden olan şey bu 'son iyi alternatif' olarak konuyor. Nasıl Anti-Christ'ta yaptıysa uygar-arzu gene çocuğu öldürmeye kalkıyor -BDSM'yi de bir olası iyi olarak çürütmenin aracı olarak bu bölüm kapıları kapatıyor.
Başka bir yerde ise ırkçılık karşıtlığını da siyah penise duyulan özlemi de peş peşe hamlelerle boşa düşürüyor.
Başka işler var, çok fazla Nemfomanyak'la zaman geçirmeyeyim, zaten filmi seyretmek saatlerce sürdü. Devam etsem daha bir sürü örnek çıkar.
Özetle, temelde Trier'in idealizm karşıtlığını seviyorum. İdealist karşıtlığını da. idealistin salgın hastalığı kurtaran değil esas yayn kişi olduğu vurgusunda dinlenmesi gereken birşeyler kesinlikle var. Belki en çok izlenmesi gereken filmi her zaman Epidemic. Trier belki abartıyor ve imkansızlaştırıyor, fazla nihilizme kaydırıyor, hiç çıkış önermek istemiyor ama çıkış olarak kendini sunan pek çok şeyi de tek tek topa tutmasının bir değeri var. Öte yandan, Nemfomanyak fazla kafaya kakma odaklı, fazla mesajlı bir sanat eseri. Nasıl derler, çok düz bir akademik üslup. Bütün kendini iyi olarak sunanların aslında kötüye düşürülebileceğini böylesine tutkuyla anlatan biri ancak iyiye fazla inanmış biri olabilir gibi degeliyor. İyinin hayal kırıklığını fazla büyük yaşayan biri. Bu da, sanat için, elbette iyi. Sadece, Nemfomanyak, en iyi dışavurumu olmamış. Belki de bir tür altlık diye bakmak lazım. Geç dönem altlığı. Bunun üzerine belki de nihilizmi yıkan bir film gelmesi lazım. Ki onun işaretleri de var...
16 Nisan 2014 Çarşamba
SESİME GEL HAKKINDA İKİ SATIR KARALAMA
SESİME GEL HAKKINDA
İKİ SATIR KARALAMA
Hüseyin Karabey'in yeni
filmi Sesime Gel'i bu gece İstanbul Film Festivali
çerçevesindeki gösterimde Atlas Sineması'nda seyrettim. (17
Nisan) Film güzeldi, iyiydi kötüydü, ilginçti basitti, çok şey
söylenebilir. Filmin sonunda 'otantik' oyuncuların da sahneye
çıkması başka bir duygu yarattı. Başroldeki küçük kız Melek
özellikle olağanüstüydü. Filmin özetini, konusunu, ana
izleklerini burada veremeyeceğim. Filmin cast direktörü Ezgi
Baltaş'ın bloguna link vereyim sadece:
http://ezgibaltas.blogspot.com.tr/2011/01/sesime-gel-bars.html
Seyretmediyseniz biraz
google'layınca ana çerçeve çıkar.
Ben gece gece unutmadan
iki not düşmek istiyorum sadece filmle ilgili.
Filmde iki çok kritik
sahne var diye düşünüyorum...
Birincisi SIR. Sırlı
bir film. Sırlanan bir anlatı. Ama ancak biterken.
Anneanne ve torun,
maceralı yolculuktan, kendi yolculuklarının anlatısı
rehberliğinde (dengbejlere böyle bakabiliriz, belki de yoktular,
hayaldiler, onların rehberliğinde ve kurtarıcılığında silah
taşında yolculuk tamamlandı, eşliklerinde) eve zaferle
döndüklerinde oğul/babayı devlet/erk elinden kurtarmak için
ellerinde hak edilmiş bir koz tuttuklarını düşünüyorlardı.
Ancak eve geldiklerinde evde kurtarmak için kendilerini risklere
attıkları kişinin zaten kurtulmuş olduğunu gördüler. Bu
aslında hem bir sevinç hem de bir hayalkırıklığı sahnesidir.
Kurtarıcı olmayı tamamlayamadılar. Yarım kaldı. Bu anlamda
başarısız oldular. Ama bu başarısızlık çok kısa sürdü.
İvedilikle başarısızlığı geri aldılar. Basit bir hareketle:
anlatmayarak! (İşte bir otosansür size. Otosansürle direniş
denemesi.) "Aaaa biz de seni kurtaracağız diye rezil kepaze
olduk, binbir badire atlattık, bak taa nerelerden askere vereceğiz
diye silah getirdik! Tüh, bilseydik hiç kendimizi riske atmazdık,"
demeyerek. "Olsun gene de seni sağ salim gördük ya, bu her
şeye değer," demeyerek. Onun yerine yalan söyleyerek.
Kendilerini konuya duyarsızmış gibi sunarak. Alternatif bir
gerçeklik yaratarak. Böylece hem hayalkırıklığını başka bir
zaferle -kendilerine ait kahramanlık anlatısının gerçek hayatla
zedelenmesine direnmenin, yalanla gerçeği devirmenin zaferiyle-
geri aldılar, hem de yolculuklarının içsel bir yolculuk da
olabilmesini sağladılar. İkisi arasında da özel bir bağ kuruldu
böylece. Babaanne ile torun arasında bir sır vardır artık.
Ateşli silahlarla bezeli bir sır. Silahların kendisi, gömdükleri
yerler bir sır. Silahı edinmek için yaşadıkları,
deneyimledikleri başka bir sır. Yoldaşlıkları bu sırra dönüşme
anıyla mühürlenip gömülen mektup oldu. Babaanne, filmin en
başındaki dile geçseydi eve döndüklerinde; yani yetişkinlerin
başka dertleri olan dünyasıyla çocukların tilki fantezileriyle
bezeli masalsı dünyası arasında net ayrım vardır diline
geçseydi, yoldaşlıklarına ihanet etmiş olmakla kalmazdı bu
yoldaşlık yok hükmünde de olurdu. torunun katkılarını
unutuverirdik. "O zaten bir çocuktu," olurdu.
Babaannenin ve kızın
uğruna binbir tehlike attıkları seferden dönüşte oğulu/babayı
evde yatakta bulunca kendi yolculuklarından hiç bahsetmemelerindeki
sır gömülen sır değildir yalnız. O sır hep onlarla beraber.
Küçük kız bir yoldaş.
Silahı fiilen çalan/alan kişi olmakla kalmıyor konuyu hemen açan,
her gittikleri yerlerde alternatif yollardan silaha erişimi deneyen
bir Troya askeri görünümünde de.
Filmin ikinci kritik
sahnesi UNUTMA.
Babannenin küçük kıza
"silahı unut" dediği an. 'Barış', bir unutma olarak
karşımıza çıkıyor. Silahı 'bilinçli' unutma. Aslında epey de
queer de bir unutma. Judith Halberstam'ın Çuvallamanın
Queer Sanatı'ndaki anlamıyla söylüyorum. Erkekliği unutan
erkeklik gibi. Kız, bir yandan da gelecek, geleceğimiz,
gelecekleri, gelecek kuşak. Silahın yerini bilen bir genç kız
(olası bir) barışın geleceğine doğru hazırlanmakta, gibi.
Silahın neden alındığını, nasıl elde edildiğini, hangi
koşullar altında doğduğunu, ataların silahları ve atalara
bağlayan babaanne ve ataların anlatılarına bağlayan
masalcılar/dengbejler aracılığıyla bilen, bilecek bir
gelecek.
Güzel doğa, güzel
yerlerde yaşıyorlar teması 'aslında güzel yerler oralar' teması
vardı bir de. En güzel mekan gene de korucuların köyündeki
manzara gibiydi. Bu da biraz güzel hayata kendi yerinde hazırlanma
önerisi gibi. Güzel hayat zaten güzel yerde, olsun, neden olmasın,
dercesine.
Bunları yazarken, sokak
kapısını açık bırakmışım!.. Gece saat birde tak tak kapının
çaldığını duyunca zıpkın gibi fırladım yerimden. Bir
kaygı-silahlanması mı yaşadım anında, bilemiyorum. Meğer
komşuymuş. Kapıyı aralık görünce meraklanmış. Açıkçası,
"hırsız içerde," diye düşünmüş. Kendi ifadesiyle;
"elindekileri yere bırakmış, pozisyon almış."
Sağolsun varolsun, açık
kapıyla uyumaktan kurtulduk. Ama başka bir denk gelme de yaşadım
ben tabii.
Şimdi geri oturduğumda
uykum var gibi biraz. Filme dönelim. Sır ve unutma temalarını
etkileyici buldum. Dengbejlerin dengbejliklerini daha fazla
konuşturabilecekleri eleştirisini duydum çıkışta. Mantıklı.
Dengbej geleneğinin özel halleri az çizilmişti. Film dengbej
seansı güzellemesi, dengbej sahnesiyle büyülemeye kalkışma
denemesine girişmemişti. Yapılabilirdi aslında gerçekten de.
Arkadaki güzel doğa kadar kendi içe kapalılığıyla güzel
dengbejler kültürü de bir manzara gibi ortaya atılabilirdi.
Dengeli kullanılmış, hikayenin çok önüne geçirilmemiş. Acaba
Takva'daki 'zikir' sahnelerinin seyirciyi sallamakta uzun uzun
ve çekinmeden kullanılması gibi bir şeyi mi kastediyorum? Belki.
Hikaye de, hoş, ılımlı,
dengeli; mekanlardan, gerçekliklerden, geçmişlerden, acılardan,
insan öğesinden, akıp gitmiş hikayelerden rol çalmak istemiyor.
Agresifçe anlatılmıyor olaylar, sanki çoğu anda bir hikaye var
ama bir yer olması ve o yerde bir takım insanlar olması daha
önemli.
Dengbejler biraz da
gazetecilerdir, gazeteciliğin de yerini tutarlar diye biliyorum.
Haber taşıyıcılardır. Sözlü anlatım denince anlatılan sadece
kişisel dramlar değil. Kolektif felaketler de hikaye konusudur
dengbeje. Sesime Gel'de de haberi oradan oraya öyle
taşıyorlar ki filmi aslında onlar anlatıyor ve bu anlamda belki
de yoktular noktasına geliyorum. Belki babaanne ve torun yalnız
geçtiler gerçekte sınırdan ancak salt ikisinin arasındaki
sınırların özgürce gerçeklikten kopup geri gelmesi sayesinde
masalla karışık bir anı yarattılar kendilerine, içinde
tilkilerin ve dengbejlerin birbirlerinin 'anlatı-kuyrukları'nı
kovaladığı.
Küçük kız babası
götürüldükten sonra sırtüstü kendini yerlere attığında,
toprağa bıraktığında, doğaya sırt üstü düştüğünde bir
tür demir leblebi olarak genç kız filmi seyredeceğiz sandım. Bir
Mouchette (Robert
Bresson) belki. Veya bir Hayat Var (Reha Erdem)...
Baba/oğul'un
asker-devletin elinden bir anlatıyla -bir başka dengbej seansında
işlenesi bir aşk ve intikam öyküsüyle- kurtulmuş olmasını
tekrar anımsamak gerek. Somut bir nesne ile değil, bir anlatı ile,
ikna ederek kurtuluyorlar.
Silahla değil ikna
edilerek yolundan döndürülmüştür otorite. İkna edildiği şey
de şudur: kötünün, kötülüğün bizde olmadığı, yani biz
Kürtlerde, veya biz 'bu köydeki köylüler'de, veya 'bizim ailemiz
olarak biz'de, ama ötekinde olduğu, kötünün yerinin
işbirlikçiler, devletin yanında görünen korucular olduğu
fikrini yayan bir anlatı ile. Sevdiği kadına ulaşmak için
devletin sopasını manipüle edendir kötü olan -sevdiği adam için
yapayalnız kalmayı, çile çekmeyi seçen biz, babaannelerimiz,
torunlarımız değil, mesajı. Böyle olunca, kötü, temelde, aşkı
kötü yaşayan oluyor.
Senarist Abidin
Parıltı'nın edebiyattan, hikayeden gelmesinden mi? Kalem kılıçtan
keskindir -özellikle de kılıcı unutuşuyla, diyen bir film mi?
Unutan hatırlayadabilir.
Gelgelelim kolektif hafıza da var. Şöyle düşünme eğilimindeyim,
olaylar tam olarak filmde gördüğümüz gibi olmadı -filmin iç
gerçeklik evreninde dahi anlamında, dış dünyada olmadı
anlamında değil elbet, bu konumuz dğeil. Ancak babaanne ve küçük
torun yoldaşlıkları içinde gözyaşartan, kalpten, sahici,
ikili-demir-leblebi bir birlik kurdular ve o birliğin kolektif
hafızasından geçen öyküyü bize dengbej kişileştirmesiyle
anlattılar. Gerçek dengbejler onlardı.
Dengbejlere de başta
hikayeyi anlatmıyordu sonda anlattı.
"Ah be Berfe Ana,
biz daha sana hikayeler anlatacaktık," kısmı Berfe Ana'nın
(Babaanne) başına bir şeyler geleceğini düşündürüyordu. Bunu
bir anlatı manevrası olarak okumuştum izlerken. Ama sonuçta
kandırmaca gibi oldu. Berfe Ana'nın başına bir şey gelmedi.
Yeter ki başka bir
şeyler daha yaşansaydı -hikaye ve film bitti. Anlatının
kendisine güzelleme var. Anlatı devam etseydi ne güzel daha
anlatacaklarımız vardı sana Berfe Ana.
Uzun yolculuk en temel
konulardan biri anlatılar tarihinde. Kahramanlarımızın uzun yaya
yolculuklarının kendisinin içerdiği tek maceranın bir kez
durdurulmak olması, hiçbir doğa engeliyle karşılaşılmaması,
doğanın hiçbir azizliğine uğramamaları, ve hep dinlenme
anlarında, doğanın ve manzaranın tadını çıkartırken
görüntülenmeleri de ilginç.
Hatta babaannenin antika
silah ile askerlerin kapısını çalma sözde-fedakarca girişimi
zarar veren bir iyi niyet, bir işgüzarlık olarak baba/oğulun ve
diğer tutukluların daha fazla dayak yemelerine de neden olmuştur.
Babaannenin bütün girişimleri bir dizi işgüzarlıktan ibarettir
buradan bakınca, çocukçadır, veya çocukladır, o yüzden
işgüzar gibi gözükmektedir erkeğe. 'Başında bir erkek olsa'
onaylamayacağı bir dizi edimdir: eski aşığından iyilik istemek,
ona laf sokacak kadar yakın bir ilişki anı yaratmak, kontrol
noktalarını üzerinde silahla geçmeye kalkmak, dayının silahını
kapıp kaçmak, tanımadığı adamlarla uzun bir yolculuğa
girişmek, vs. Ki zaten 'başındaki bir erkek' olmaya en yakın
erkek olan dayı onaylamaz ve alternatif bir plan üretir. Bu
alternatif planı da söylemez bile. Sadece, zamanı gelince,
erkekçe, yapacaktır. Babaanne ve torunun böylesi bir erkek
denetim sınırlarını aşan sınıraşma halleri, ortaklıkları da
vardır. Hatta, çiğnedikleri bir devlet yasası belki yoktur da
çiğnedikleri birkaç toplumsal, geleneksel yasa vardır.
Bu babaanne portresinde
bir Archibald Motley portresi havası olmasın. Mağrur, 'siyah
büyükanne' imgesinin gururlu, oturaklı, estetik resmedilişi.
Görsel olarak filmden bir kare değil bir Motley koyarak kapayayım
sözü. Motley'in yaptığı büyükannesinin portresi.
Artık uyumam gerek.
Yarın sabah erkenden işler başlıyor. Bütün emeği geçenlere
tebrikler.
5 Nisan 2014 Cumartesi
ANARCHISM, AS ONE OF THE 'POLITICAL IDEOLOGIES'
ANARCHISM,
AS ONE OF THE 'POLITICAL IDEOLOGIES'
Up
to this point we have examined the general structure of the anarchist
canon as depicted especially by Eltzbacher and Woodcock, and several
problems of the history of anarchism. Before investigating the
unreasonable and distorting exclusions from the anarchist canon in
detail it is useful to consider how the story has been told within
the discipline of political studies and how the construction of the
canon has influenced anarchism as 'one of the political ideologies'.
For this purpose, I will offer a study of selected chapters on
anarchism in basic political philosophy readers: Barbara Goodwin’s
Using
Political Ideas
(Goodwin 2007, 127-153), Andrew Vincent’s Modern
Political Ideologies
(Vincent 2001, 114-140) Ian Adams’s Political
Ideology Today (Adams
1993), and Andrew Heywood’s Political
Ideologies: an Introduction (Heywood
1992).
These
accounts show us how anarchism is represented in standard textbooks
for politics and give us an idea of standard assumptions that have
conquered in the academic world.
We
will start with one of the two books Dave Morland cites as possible
suspects in the spread of cliché notion about the anarchist concept
of human nature: Ian Adams's chapter on Anarchism in his Political
Ideology Today.
(Adams 1993)
Ian
Adams's Anarchism in Political
Ideology Today
Adams's
chapter has two parts: in the first he describes anarchism and in the
second he details criticisms of anarchism. In the part he describes
what anarchism is he reproduces most of the Eltzbacher-Woodcock
tradition. The chapter first of all lists the main anarchist thinkers
then mentions the anarchist movement. The list of main anarchist
thinkers is faithful to Eltzbacher's list: Godwin, Stirner, Tucker,
Tolstoy, Kropotkin, Bakunin and Proudhon. The only difference is
Tucker: instead of naming only Tucker, Adams has a section titled
'Nineteenth-century American Anarchism' where he represents
ninetheenth–century American anarchism as an individualist trend
that has three prominent thinkers: Josiah Warren, Henry David
Thoreau and Benjamin Tucker. Adams groups Godwin, Stirner, Warren,
Thoreau and Tucker under the brand of Individualist anarchism, and he
groups Tolstoy, Kropotkin, Proudhon and Bakunin under the brand of
Socialist anarchism.
Adams
continues to represent the Anarchist Idea as prior to the Anarchist
Movement, and echoes Woodcock when he declares that the anarchist
movement is actually a dead movement. He also shares Woodcock's view
that the important aspect of anarchism is its thinkers:
... there is a
long established body of political theory calling itself anarchism
that is based upon the idea that the state, or any kind of political
rule, is not only unnecessary but a positive evil that must be done
away with. Such ideas have only occasionally inspired political
movements of any size, and the tradition is mainly one of individual
thinkers...” (Adams 1993: 148)
In
this description, we also see Adams reduce anarchism to anti-statism.
Adams also, like Woodcock, gives Spain and 1939 as the place and time
of anarchism's death: “...with Franco's victory the anarchist
tradition more or less died out. Since then, it has not been a
significant political movement anywhere in the world in terms of mass
politics." (Adams 1993: 164) And like Woodcock, he believes that
few anarchist writers survived the tradition: “Since the
suppression of Spanish anarchism by Franco anarchist ideas and
aspirations have been confined to small groups of isolated
intellectuals ...” (Adams 1993: 166)
According
to Adams's account, anarchism, both as an idea and as a movement,
seems to have thrived only in Europe and America (USA). He does not
mention any non-European anarchist figures or any anarchist movement
or event from the Third World. There is nothing about Japanese
anarchism, Chinese anarchism or Mexican anarchism. We can assume that
when he says 'the world' he means Europe and America. There is also
no reference to women anarchists. Even Emma Goldman is missing. Adams
talks about 'feminist anarchism' as one of the 'anarchist
developments' that appeared in the 1970s as a part of the new
anarchism! He ignores the role of anarcha-feminism and
gender/sexuality issues in the development of anarchism and all
anarcha-feministic efforts before 1970s. And the anarcha-feminism of
the 1970s is described as “another outcome of New Left anarchism
...” (Adams 1993: 168) From that we understand that
anarcha-feminism is not a main element of anarchism and gender issues
do not have a place in the core of anarchism (although, as we will
see in Chapter 4, they definitely do). While anarcha-feminism is seen
as such a minor factor, queer anarchism is not mentioned at all.
Similarly, there is no single reference to anarchism and art, or
anarchist artists. Only in a section called 'Personal anarchism'
where he describes a type of personal anarchist, we hear about
'artistic freedom'. According to this description, the personal
anarchist is a person whose demand has been “for freedom from
society's pressure to conform; or, as they would express it, freedom
from ignorance, superstition and moral prejudice. The kinds of things
they have usually had in mind have been artistic freedom, sexual
freedom and from religious intolerance.” (Adams 1993: 154) Of
course, there is no mention of anarchist artists demanding not only
artistic freedom but political freedom, and not only for themselves.
We do not see any of them, or their acts, represented in Adams'
chapter.
On
the other hand, liberal anarchists and anarcho-capitalists are
described in detail and presented as a central tenet of anarchism. He
attends geographical identifications to individualist and socialist
anarchism as well: socialist anarchism is defined as an European
tendency while individualist anarchism is defined as an American
tendency. (Or rather, 'native American', because he defines socialist
anarchism in America as the “immigrant strand of communist
anarchism” in America. (Adams 1993: 154)
After
depicting anarchism as 'anti-statism', Adams looks for the history of
the idea of anti-statism, and finds anarchism's roots in the history
of Christian theology, strangely, in St Augustine of Hippo and more
interestingly in American politician James Maddison, the fourth
president of the United States of America. Adams frames anarchism as
a part of the 'Enlightment tradition' especially when he is
discussing Godwin (he categorizes Godwin's anarchism as
'Enlightenment individualism' and Stirner's anarchism as 'Romantic
individualism').
Adams
thinks anarchism was doomed to die because “organisation based on
entirely voluntary co-operation and acceptance of decisions could not
be effective. The systematic application of anarchist principles to
anarchist organisations appeared to condemn anarchism to impotence,
even when events seemed propitious ...” (Adams 1993: 162) Adams
argues that if we take anarchism to its logical conclusion it simply
would not make sense. Adams tries to prove the impractibility of
anarchism with weird examples: for instance, he imagines an 'extreme
anarchist', who “refused to follow the rules of sentence
construction, and put words in their own peculiar order, then they
would not be able to communicate with the rest of us.” (Adams 1993:
173) Adams makes this distinction between the anarchist and 'the rest
of us' in various passages. Imagining an 'extreme anarchist,' whose
refusing to talk in a Bartleby-style rejection is reinforced with the
figuration of an anarchist who refuses to behave and do the required
things to be a part of a community. He concludes that certainly “it
would not make sense to talk of a community composed of such
individuals”. Obviously, these claims are both very naïve and in
contradiction with the anarchist tradition where anarchistic rules
and limitations based on anarchist ethics require anarchists to be
very careful about how they behave. However, Adams believes that
anarchism represents the faith in the goodness of human nature and
that that stops anarchism from being effective in the real world.
Adams reminds us of Hobbes and the concept of a war of all against
all and claims that “taking away of all forms of coercive authority
would lead to conflict.” (Adams 1993: 174)
As
Dave Morland pointed out, Adams' belief in anarchism’s faith in the
goodness of human nature has a critical value in his depicting of
anarchism. Adams argues that “anarchists of all kinds agree that
human nature is such that it will not flourish in conditions of
coercion and domination, especially those represented by state.”
(Adams 1993: 172) Adams lists the basic assumptions about human
nature, he believes anarchism rests on as follows: a) Society is
based on free association between people and is natural. b) The state
is based on the domination of some by others, is maintained by
coercion, and is not natural. c) Humanity is essentially good, but is
corrupted by government. d) Government cannot be reformed, but must
be destroyed altogether.” (Adams 1993: 172)
Following
Woodcock's categories of old/new anarchism, he sees for example Colin
Ward's Anarchy
in Action as
an example of the “socialist anarchists of the old school.”
Overall,
Ian Adams offers an example of how anarchism is represented in the
discipline of politics. We can trace much of his foundational
decisions to the Eltzbacher-Woodcock tradition of anarchist canon.
Andrew
Heywood's Anarchism
Andrew
Heywood's chapter on anarchism appears in his Political
Ideologies, an Introduction
(1992).
Heywood's
account depends less on the seven anarchist thinkers, but other than
that follows much of Adams' categories. Anarchism is again reduced to
an anti-statism: “The defining feature of anarchism is its
opposition to the state and the accompanying institutions of
government and law.” (Heywood 1992: 196)
Although
he also mainly presents anarchism as a European movement (and its
American individual anarchist counterpart) Heywood mentions anarchism
in Latin America, anarcho-syndicalist movements in Argentina and
Uruguay. He also refers to the Mexican revolution as a movement
influenced by syndicalist ideas and as a peasant revolution.
Strangely, instead of naming Ricardo Flores Magon and other Mexican
anarchists, he names Zapata as a Mexican anarchist. There is no
reference to Asian anarchism, except for a reference to Mahatma
Gandhi, when he is describing anarchist pacifism and Tolstoy.
Heywood
dismisses anarcha-feminism even more strictly (yet he gives one
quotation from Emma Goldman). The role of sexual politics in
anarchism is not discussed, thus there is no reference to queer
anarchism or other anarchist politics on sexuality. Also there is no
single reference to anarchist artists and their role in the history
of anarchism.
One
interesting point is that any anarchist who becomes a part of the
movement in 1990s, (when these introductions were first written) knew
that anarchist politics were mainly defined with their principles of
organisation. How anarchists do organise, on what principles, never
gets the place it deserves in these representations. Once again, too
much space is spared for anarcho-capitalism, which has no relevance
to the movement as a whole today. There is a certain exaggeration of
the position of anarcho-capitalism in anarchism in these accounts.
Following
Woodcock, Heywood thinks that anarchists “have been more successful
in describing their ideal in books and pamphlets than they have been
putting them into practice. Quite commonly, anarchists have turned
away from active politics, concentrating instead upon writing or on
experiments in communal or co-operative living.” (Heywood 1992:
211)
There
is some misinformation, too: Heywood refers to something he calls
'anarchist violence' which starts with assassinations in the
nineteenth century and then reaches its second peak in the 1970s,
through action undertaken by the Baader-Meinhof group in West Germany
and Red Brigades in Italy. He cites Narodnaya Volya (People's Will)
movement of Russia as well. These choices create an impression that
all radical armed urban movements of the left in general can be
categorized under anarchism, even if they were openly
Marxist-Leninists like the Italian Red Brigades or complex movements,
like the populists.
Heywood,
following Woodcock's depiction of the goodness of Tolstoy and
Kropotkin, presents an anarchism “at the heart of” which lies “an
unashamed utopianism, a belief in the natural goodness, or at least
potential goodness, of humankind.” (Heywood 1992: 198).
Andrew
Vincent's Anarchism
Andrew
Vincent's anarchism chapter appears in his Modern
Political Ideologies
(1995)
Andrew
Vincent also does not recognize the central importance of the
politics of everyday life especially sexual politics in anarchism,
thus gives no place to anarcha-feminism or queer anarchism. He
ignores the place of anarchist feminism in the whole history of
anarchism and instead claims only recently “some recent writings
have also spoken of 'feminist anarchism.'” (Vincent 1995: 119)
Another
strange inclination of this introductory texts is seen in the
exaggerated interest in anarcho-capitalism. These texts tend to place
anarcho-capitalism as a key component of anarchism, which has nearly
no influence on today's anarchism and has developed as a theory very
distant from the anarchist movement; but the same texts commonly tend
to ignore feminist anarchism, which is a vital part of today's
anarchism and which has been a central part of anarchism
historically.
We
might argue that it would make much more sense to discuss
anarcho-capitalism in chapters on liberalism instead of anarchism, as
a strand of liberalism influenced by certain anarchist tenets.
Existing chapters, for instance, give a weird impression that
Rothbard is an important anarchist thinker.
Vincent
also follows the Woodcockian tradition in claiming that “the period
of the anarchist movement can be dated from approximately the 1880s
until the 1930s.” (Vincent 1995: 117) And he describes anarchism of
1960s as a counter-culture movement, reminiscent of anarchism but not
a direct part of it. It seems as if Woodcock's efforts to justify his
departure from London anarchist circles and his early eulogy for the
movement in the first edition of Anarchism
has been the most successful attempt to theorize the flow of
anarchism in the twentieth century. His suggestion of treating new
anarchism as something totally different from the old school
anarchism has been widely accepted by scholars writing these
introductory texts on anarchism.
Developing
Woodcock's portrait, Vincent claims that Bakunin had a conception of
“revolutionary anarchist dictatorship.”
However,
Vincent offers a better account in respect of Eurocentrism for he at
least refers to anarchism outside the usual realm. Anarchism, he
says, “appeared in India, South America, Japan and the USA.”
(Vincent 1995: 118) And he also mentions that anarcho-syndicalism
developed in Australia and Latin America, as well as Italy, Spain and
Britain. (Vincent 1995: 121) Yet, the problem about the core remains:
to discuss anarchism's position on human nature, violence, state etc.
Vincent summarizes and discusses only certain key European thinkers
from the familiar list. In fact, no non-European name is mentioned.
Taking this aspect together with the exaggeration of
anarcho-capitalism, we reach a representation of anarchism where
figures like Osugi Sakae, Flores Magon and Schifu are less
significant than Murray Rothbard!
Vincent's
assumptions about anarchism lead him to present an anarchism which is
dead as a movement, and at the end of the day, unrealistic as an
idea. These are his final words in his chapter on anarchism:
When anarchists
do speak of their hoped-for communities, unless there is an
anachronistic and anthropologically weak-minded appeal to past
primitive village communities, the whole position appears as
charming, but unrealistic and deeply nostalgic. Apart from some of
the more rigid and strange absurdities of individualist anarchists,
the communist, collectivist and mutualist anarchists express a
millennial vision of what we would really like to be in our better
moments, but which we know is relatively hopeless. (Vincent 1995:
140)
We
also witness a striking dismissal of the role of ethics in anarchist
politics, which also leads these writers to dismiss anarchist
principles of organisation as a significant feature of the anarchist
movement worldwide. However, these articles are read in an era where
anarchism is the main oppositional strand to capitalism, even
demonstrations and oppositional initiatives which are not
self-identified as anarchists are described as being 'anarchistic',
and where anarchists are openly addressing their ideology as their
organizational principles.
It
would be extremely difficult to understand contemporary anarchist
developments, the anarchism of anti-globalization movement and all
related protests or the rising interest in anarchist theory (the
'anarchist turn') if one tries to use these chapters as a guide.
ANARCHO-CAPITALISM
AND TIMOTHY LEARY
Other
examples of anarchism's representations in these introductory books
keep to more or less the same track. Barbara Goodwin's chapter in her
Using
Political Ideas
claims that for anarchists “we all start out as blank sheets,
innocent and morally neutral.” (Goodwin 2007: 133) Goodwin thus
asserts the notion that anarchist thinkers had is a “perception of
the individual as naturally 'good'.” (Goodwin 2007: 128) It is
interesting to see how these representations ignore contemporary
anarchism after Seattle, and in a book published in 2007, still claim
that contemporary anarchism has two new currents: one being the
anarcho-capitalism and other being the counter-cultural movement of
1960s, represented by figures such as Timothy Leary. Central
assumptions about the anarchist canon are all the same, the names and
books that are taken as the anarchist texts are largely stable. The
role of anarcha-feminism is so marginalized that it is customary to
refer to feminist anarchism as a post-68 current.
We
should of course also keep in mind that not all anthologies of
political ideologies include a chapter on anarchism.
CONCLUSION
In
the canonization of anarchism, two books have been significant: Paul
Eltzbacher’s Der
Anarchismus
and George Woodcock’s Anarchism.
Eltzbacher’s book has a particularly interesting quality though: it
has never been widely read. It is an unread classic, a master behind
the curtains. Only scholars and researchers visit Eltzbacher’s
pages. Even the recent edition I have been working on, indicates this
fact: the Dover edition, published in 2004, is just a facsimilie of
the 1908 edition published by Benjamin Tucker with a translation by
Steven T. Byington. After a hundred years, there is no critical
edition, just a reproduction, which is difficult for today’s
readers to follow. The translator’s notes, where he discusses
Eltzbacher’s very ideas while translating, are mixed up with
Eltzbacher’s own notes. A new editing or translation is definitely
required. And a new preface and introduction would be more than
normal for a classical book re-published after a hundred years. But
anyway, anarchist readers have never shown much interest in this
account of anarchism. It is very boring and also irrelevant, from an
anarchist’s point of view, because of all these discussions on law,
various strange classifications of seven great anarchists and because
of the central position given to Tucker, who has been neglected in
anarchist circles for a long time, along with his individualist
anarchism. On the other hand, Eltzbacher’s book has had an enormous
influence on other writers of the history of anarchism, no matter how
militant they were about it. And when George Woodcock applied his
reasoning in Anarchism,
he created the book that is both widely read and accepted as ‘the’
book on anarchism, although his narrative approach differed from
Eltzbacher's 'scientific' discourse. The attraction of Eltzbacher's
canon was that was it established a way to create a theoretically
credible tradition at the time.
After
pointing the general problems of reductionism, I have tried to trace
them in detail in Woodcock. He rejected Bakuninist anarchism – as
he construed it - and more generally 'The Movement', seeing in it a
“romantic darkness of conspiracy” (Woodcock 1986: 171), and he
firmly believed that this kind of (anarchist) political movement went
where it belonged: “to the dustheap of history”. Thus, whole book
is like an obituary. However, Woodcock was a believer in ‘noble’
anarchist ideas all his life, and being a pacifist as well, he did
not regret fostering pacifist policies while dispising “the
semi-mystical vision of salvation through destruction” (Woodcock
1986: 173).
So
Woodcock’s Anarchism
was not only designed to represent anarchism as a whole and carry it
to future generations, it also aimed to win the pacifist argument
against the activist position within anarchism. This attitude,
combined with a loyalty to the cannonic framework adopted by
Eltzbacher and a general loyalty to the mainstream mode of
historiography of ideas, resulted in a book that claims to represent
anarchism (and is widely accepted to do so) but in fact was itself a
‘reconstruction’ with many problems. I tried to raise some of
these problems by trying to trace the structure, assumptions and
language usage.
I
also examined standard textbook representations of anarchism as one
of the 'political ideologies', to highlight the dominating
descriptions of anarchism. These articles, in short, re-present the
bias of ideas established in the Woodcock-Eltzbacher tradition
(usually adding a bit more liberal tone, an exaggerated and
misleading appraisal of anarcho-capitalism) and show the influence
and power of their intepretations of these ideas in mainstream
biases. The principle claim is that the anarchist canon we have
analyzed so far is both an important reference for contemporary
anarchist activists and also scholars working on the area, and young
students who are learning political ideologies.
One
of the main results of Woodcock’s method was to create an anarchist
canon which excluded many critical elements, from third world
anarchisms to feminist and queer anarchisms. What is not there and
what should have been there, from Argentina to Japan and from arts to
feminism, will be examined in detail in the following chapters,
Chapter 3 and Chapter 4.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)