27 Ocak 2009 Salı

herşeyi ya geç okuyorum ya da geç seyrediyorum. Rusya gibiyim -hani bir duvar yazısı varmış ya Rusya'da: "Kıyamet koptu! Yirmi yıla kadar başımız belada!"
Babam ve Oğlum'u da yeni seyrettim.
ve tabii geç olarak anladım -meğer Sonbahar filmi Babam ve Oğlum filminin bir güncellenmesi ve radikalleştirilmesiymiş, bariz göndermeler de varmış. ilerde herhalde araştırmacılar bu filmleri karşılaştırırken dönemlerin siyasi farklılıklarına da epey dikkat kesilmek durumunda kalacaklardır, pek çok 'sanatsal' tercihle dönemler arasında da bağlantı var sanki.
meğer Babam ve Oğlum bir hat açmış ve o hat genişlemiş başka birşeye dönüşmüş...
belki de çoktan bir sürü yazı çıkmıştır bu konuda da benim haberim yoktur.
benzeri birşey şöyle başıma gelmişti: bir gün kütüphaneden Milos Forman filmi diye Ragtime (1981miş tarihi) filmini aldım. filmi seyrediyorum öylesine falan. sonra seyrettikçe, aa oldum, bu film basbayaa Michael Kohlhaas'ı hatırlatıyor. film devam ettikçe gözlerime inanamadım benzerlik karşısında. resmen güncelleme ve yeni denemeler ekleme vardı. sonra hemen kitabı ödünç aldım kütüphaneden biraz başlamıştım ki İstanbul'a döndüm, İstanbulda Türkçesini hemen okumaya giriştim, Caz Dönemi, E. L. Doctorow.
zaten ne zamandır Michael Kohlhaas ve parrhesia kavramı üzerine bir yazı yazma hazırlığım vardı. o yazıya mutlaka bu Doctorow kitabını da katacaktım ve yeni bir kelebek keşfetmiş gibi heyecanlıydım. bir sürü düşündükten falan sonra gene hayli geç olarak olayı bir googlelamaya databaseleri bir check etmeye kalkmamla durumu anlamam bir oldu. meğer Doctorow bu göndermeyi zaten göstere göstere yaptığı gibi bu konuda bir dolu da şey zaten yazılmışmış!
şimdi hiç canım o yüzden googlea bakmak istemiyor bu gece (en azından)...

Issız Adam

söylemiştim galiba, kuzen Pıda ile Cevahir'de Sonbahar filmine girmeye çalışırken Issız Adam'ın da son bölümüne denk gelmiştik. Sonbahar seansını çünkü Issız Adam seansının içine gömmüşlerdi -Issız Adamın Sonbaharı! ki Sonbahar'daki Yusuf gerçekten de yaman bir ıssızlık sahnesi ile çıkmaktaydı hayattan- yani bütün gün Issız Adam ama mesela 13.30 seansı Sonbahar. işte o 13.30 seansına biraz erken gidince ve kapıları açık bulup içeri kıvrılınca Issız Adam'ın son bölümünü de seyretmiştik.
şimdi filmin tamamını da seyrettim ve son bölümü derken final sahnesini başından itibaren seyrettiğimizi farkettim! yani Alper ile Ada'nın sinema girişinde karşılaştıkları andan itibaren. düşününce, sanki bir deney gibi. sanki biz yönetmenin arkadaşlarıyız, finaldeki sahnenin tek başına nasıl durduğunu merak etmiş bizden böyle bir şey rica etmiş biz de ayıpsın baba sen seyretmemizi istediğin bölümü oynat biz izleyelim ne demek demişiz ve deney başlamış gibi.
deneyin sonuçları mı?
final sahnesi tek başına izlendiğinde kahramanlara hikayeye yönelik pek bir değerlendirme yapılmıyor. bir sebeple yolları ayrılmış ama aslında birbirini sevmiş iki insanın dramatik karşılaşması ile biten acıklı bir aşk filmi duygusu ediniliyor. fena halde melodramatik bulup burun kıvırmak veya nasılsa karanlık bir salondayım deyip kendini melodramın etkisine bırakmak olası. fakat filmin bütününü izlemiş izleyiciye göre melodram etkisi ikiye katlanıyor çünkü sadece final sahnesini seyreden seyirci aşıkların ikisiyle de özdeşleşebilecek durumda. ikisinin de acısını hissediyor. (o kadar kısa sürede nasıl özdeşleşecek seyirci derseniz final sahnesi bize hemen hayali gecmisler baglayabilecegimiz bir yerden icine aliyor zaten derim.) yani sadece final sahnesini hisseden bir çifte acı yakalama şansına sahip. (filmin bütününü seyredenlerin bunda çok zorlanacaklarını söylemiş oluyorum böylece -ya da bunun hiç gerçekleşmeyeceğini.)
The Break Up (2006 Peyton Reed) diye tazece bir film var, orda da film ayrılmış çiftlerin yolda karşılaşması birbirine kibar sözler etmesi ve ters yönlere gidip arkadan birbirlerine bakmalarıyla bitiyor. ama neredeyse komedi havasında. hadi komedi değil de şu havada "ah, hayat böyle!" Halbuki Issız Adam'ın aynı sahneyi bambaşka bir adım hızıyla ve bambaşka bir ağırlıkla işleyen final sahnesi şunu diyor: "Ah! Hayat böyle..."
Kısa özetlersiniz aynı gibi gelebilir finaller ama ünlemin yeri fena halde farklı olunca herşey bambaşka bir şekil alıyor...
filmin tamamını izlemekse tabii dedikodusal okumalara kapı açmakta.
mesela özdeşleşme meselesi.
tarafların başına dışardan bir şey gelmediği için aşıkları dışarlıklı güçler ayırmadığından içerde taraf tutmak çok daha yüksek bir olasılık.
aslında filmin bütününü seyredenlere final sahnesinin kötü sürprizleri varmış Ada'yla ilgili. o sahneye kadar Ada'nın niyetlerine dair ipuçları daha örtük iken orada artık inkara izin vermeyecek şekilde öğreniyoruz ki Ada Alper'i 'kafeslemeye' çalışıyormuş, o olmayınca gidip başka bir 'enayi' bulmuş, hemen çocuk yapmış, giyimini kuşamını değiştirmiş, gençliği atmış üzerinden, iş kadını ve anne görünümüne bürünmüş. aslında meğerse gerçek seven o değilmiş oğlanmış. Ada bir de kocasıyla yatarken kocasını arzularına veya duygularına göre değil çıplak ve çıkarcı mantığıyla seçtiği için arzu nesnesi ihtiyacını da gene Alper ile karşılıyormuş. Alper'i hayal ediyormuş kollarında Hakan'ı tutarken.
aslında yalan söylemeye devam ediyor -Alper'in annesine aslında bu davranışını bir şekilde doğru bir zamanda Alper'e iletsin diye gitmiş. (Hatta final sahnesindeki içinden konuşmalarda iç seslerde birden çok yalan söylediği de düşünülebilir. ve bu kendine yalan söylemekten farklı -kendi resmi anlatısını kuruyor çünkü o iç sesle)
Galiba en kritik sahne bir sevişme sahnesindeki kırılma. orada Alper küçük bir deneme yapıyor. sevdiği gibi sevişme denemesi. bu tür şeyler böyle pat diye yapılır sonuçta önceden konuşma yapacak hali yok. kabul görürse ileri gidecek görmezse de o zaman konuşulabilir birşeye dönecek. o yüzden önce yapmak gerekiyor. Alper de yapıyor. ve ne oluyor -Ada tarafından acımasızca bastırılıyor, eziliyor. Başka bir sevme ve ilişki kurma biçimini tek doğru olduğundan emin olduğu biçimi Ada Alper'e dayatıyor. hem de sembolik bir davranışla elini yüzüne koyarak, bastırıyor Alper'deki arzuların şekillenişlerini kendisininkini yerine koyuyor. bu rahatlığı kendi arzu biçiminin daha konvansiyonel olmasından, uzlaşmaların süzgecinden geçmiş olmasından alıyor. sorgulanacak birşey var gibi gözükmüyor ona. veya acaba ifade edemediği neler vara götürmüyor. Önce doğru yola sokayım orada düzelir diyor ve bastırıyor. Alper'in böyle sevişmek çok güzeldi falan dediği yerler final sahnesinden de acıklı aslında, gerçekten seven ve değişmeye çalışan, sevdiğini mutlu etmeye çalışan birini görüyoruz o sarılma sahnesinde. filmin sonunda iyice ortaya çıkıyor(muş) ki Alper sevmişti ama samimiyetsiz bir kıza çattı. 30uma basmadan evlilik işini hallediyim mümkünse gelecek de garantilensinci bir kıza. Alper'in yemek yaparken veya plak koleksiyonuyla yaşadığı estetik deneyimlerin aşktaki karşılığının nasıl olacağını hiç merak etmedi Ada. yatakta Saray muhallebicisindeymişler gibi sevişmeye, hayatını Starbukcs gibi örgütlemeye zorlama hakkını buldu kendinde -çünkü adam onu sevmişti ve bu artık doğru yolu sevdiği anlamına çekilebilirdi pederce. bir dua bir dua daha. ve bir kutsama tamam. Alper'in çalışanlarıyla kurduğu insani ilişki seviyesinin bize defalarca gösterilmesi ondan -sadece mutfakta değil insan hayatına karşı da özenli olabiliyor bu adam dikkat edin ipucu. ayrıca ilişki kurduğu bütün fahişeler onu seviyordu -sadece düzenli ilişki kurmak isteyen ama bunun için gene fikrin kendisinin esas sahibi gibi ortaya çıkmanın yeterli olduğunu düşünen rockçı havalı kız sevmiyordu. Alper'in doğru kızı sahafta bulacağını varsayması da aynı özen arayışının bir uzantısıydı. onun plaklara özendiği gibi kitaplara özenen bir kız -işte bununla yaşanır, sevişilir, herşey en güzel yapılır... Ama anladık ki Ada'nın kitap tutkusu hiç de o kadar incelikli değil, ikinci el kitaba ilgisi de kitapların kendisinden çok eski sahiplerine odaklı. hani sahaftan içeriye değerli bir dergi girdiğinde birbirine öldürecekmiş gibi bakan iki eski dosttan biri değil. alakası yok.aşk acısını aşk acısı olarak yaşamaya da niyeti yok, hemen aşk meselesini bir hale yola koyup aşk acısı yaşama işini Alper'e bırakmış. ve Alper'in babasının yokluğunda annesiyle geliştirdiği çatışma ilişkisini de hiç hesaba katmıyor çıkarcı Ada.
öte yandan, tersine çevirirsek, Ada gerçekten talihsiz olan sevgili diye bir yorum hattı da açabiliriz. Alper herhangi bir şeyi paylaşmayı aslında bilmiyor, çok uzun yıllardır aynı fahişelerle takılması bu fahişelerin, temizlikçi kadının ve kendisinin ilişkisi içinde hiç sevgi birliktelik vs temalar yok. herşeyi kontrol etmek isteyen bir yırtık. üç yemek yaptı diye kendini birşey sanıyor, Amerikan Sapığı havalarına giriyor. sempatik görünümlü otoriter bir patron, kimse ondan birşey talep edemiyor o hep alıyor. ne vereceğine kendisi karar veriyor. sınırlarına kimseyi yaklaştırmıyor. yaklaşanı siliyor programdan. Ada'ya sonradan çok aşık gibi gözükmesi ise tam bir aldatmaca -gerçekte böyle uzaktan sevilecek bir figüre ihtiyacı vardı. onu yakınlaştırıp, kendine aşık edip sonra da haksızca kovdu ki bu dram onu hep kovalasın ve böylece aslında yaşamını domine etmesini istemediği ilişki arzuları içinde kabardıkça gerçek bir kadına kendini kaptırmasın ve bu yitik figüre vahlanarak durumu idare etsin. bütün bunlardan habersiz Ada ise bildiği güzel dünyaya adım atabileceğini sanıyordu Alper'in bütün özenli ilgi hamlelerinde. bunları sürekli kılmayı ve ideal bir hayata kavuşmayı düşlüyordu. içten içe korksa da. çünkü bu ilgi hamlelerinin yokluğunda ürkütücü bir kayıtsızlık ve tekinsizlik hissediliyordu. çok geçmeden tekinsizliğin esas oğlan olduğu ilgi hamlelerinin Ada'yı bir kaybedilmiş güzel sevgili figürüne dönüştürme operasyonunun kahredici dayanaklarından ibaret oldugu anlaşıldı. talihsiz Ada kendini toparlamaya, yeni bir hayat kurmaya çalışmıştı, ama gerçek aşkın gölgesi ruhunu kemirmeye devam ediyordu, Alper'in annesiyle sürdürdüğü ilişki bunun en derinden kanıtıydı. tam ayrılamamıştı bir türlü Alper'den. inanamıyordu başına gelenlere bir yanıyla. ve öyle bir figüre ihtiyacı olmamasına rağmen kalbinde taşıdığı için gerçek acıyı o çekiyordu, Alper gibi derinlikli acı çekme ihtiyacının karşılanması karşılığında bir iki gereksizliğe katlanmış da değildi. Ada fena avlanmıştı ve avcı sırıtıyordu. ağlamaklı sırıtışı tam da herşeyin istediği gibi hem kontrolünde olmaya devam ettiği hem de zararsız bir derinlik kazandığını anlatıyordu..

vs vs.

-görüldüğü gibi filmin final sahnesini kopuk olarak önce izleyenler her iki kahramanla da özdeşleşebiliyor!
anne hariç...
analar taş yesin özdeşleşmeden beş yesin!

26 Ocak 2009 Pazartesi

Cekici hapishane mi buyulu hapishane mi?

Orhan Kahyaoglu'nun Mahmud Dervis yazisini gordum Radikal Kitap'ta.
http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=EklerDetay&ArticleID=918035&CategoryID=40&Date=26.01.2009

"Şair için hayatın kendisi hep çekici bir ‘hapishane’ olagelmiş."
diyor bir yerde.
bu benzetmenin kaynagi nedir?

Yalcin Kucuk Turkiye'ye ilk geldiginde, ilk geldigi derken Fransa'daki 2 yildan sonra hapse girecegini bile bile geri geldiginde sinirda boyle bir laf etmisti:

"Ulkem benim icin her zaman buyulu bir hapishanedir."

o zaman daha Yalcin Kucuk sevilebiliyordu.
hatta ben ozgun Turk devrimci sosyalist vs dusunuru ararken Kivilcimli 1 Kucuk de 2 galiba diye dolasiyordum insanlardan baska isim istiyordum tartmaya calisiyordum gencken.
Simdi hersey ne kadar da uzak, butun kitalarda, Yalcin Kucuk dahil...

ama bu deyiste sairane bir yan kesinlikle var. ben de Kanlar Ulkesinde Karnaval'da degmistim bu soze.
ulke yerine hayatin hapishane olmasi daha 'enternasyonalist' daha yasamsal bir kullanim elbet. ama 'buyulu' 'cekici'den daha iyiydi bence.
mesele cazibe cekim gucu sasirtici istenirlik degil sadece, buyulunun buyuyle donatilmis olmasi her an buyuler yapilabilecegi anlamina da gelir, ozneler coktur, hayat veya ulkem, buyulu bir hapishane olsa daha iyi cekici bir hapishane olacagina :)

bu arada ben eskiden surgun cezasina neden ceza dendigini anlamazdim. ne guzel iste fistik gibi ulkelere gitmisler, Turkiye'den daha iyi iste, dertleri neymis, neresi ceza bunun, keyifler keka, derdim.
simdi fikrim degisti.
hani azicik eli yaninca hemen fikri degisen cocuklar gibi.
gerci su anda siklikla gidip geliyorum ve bu senenin hatta buyukce bolumunu Turkiye'de geciricem Lefter beyi karsilayacagiz falan da, gecen sene araliksiz 6 ay Ingiltere'de kalmak bana yetti, yani anlamam icin yetti. surgun meger bir cezaymis. meger Istanbulun bir semtiymis vefa dedigi gibi diyorum. meger bir cezaymis. parmagimin ucu yandi ama anladim ne olabilecegini Moskova'da Nazim'in icinden gectiginin ve tum digerlerinin.
boyle bakinca Nazim da hep 'buyulu bir hapishane' olarak aniyor ve animsiyor sanki Turkiye'yi -Vera'nin kitabi falan da taze ya zihnimde...

bu arada Nazim'in mezari gelsincilerin son cikislarinin reddedilmesini, adam vasiyetinde devrim kosullarindan bahsediyor, siir o hem ne vasiyeti, ustelik koruyabilecek misiniz ellemeyin Moskovada krallar gibi mezari var bulasmayin bu ise seklinde karsilanmasini anlayabiliyorum. mantikli ve hakli bir itiraz. bu acidan bakinca dogru, gelmesin mezari. (koruyabilecek misiniz diye soran Aziz Nesin kendi mezarini nasil korudu ama -bilinmezlestirerek. Turkiyede korumanin tek formulu olarak bu sonuca varmisti belli ki.)
bir sey daha var fakat, o vasiyetteki utopik ulke degil sadece buyulu hapishane olan, ayni zamanda utopyanin kendisi de Nazim icin buyulu bir hapishaneydi. bunu Sovyetlerde anladi ancak. olmeden once.
ve olum -en buyusuzu gibi hapishanelerin
ve olum yaklastikca buyulu hapishanelerine baska bir gozle sariliyor sair, ikisine de...

oyunun Hitler'i kim?

gecen gun diyordum, karsi tarafin Hitler oldugunu daha iyi kanitlayan kazanir.
munazara yarismasi gibi. ama siyasi soylemler savasi daha kanli.
Sineklerin Tanrisi'nda munazara sahnesi var miydi acaba?
Robert Fisk Israil denilen devlet de az degil hani birazcik dedigi icin hemen binbir turlu saldiriya ugramis maillerle falan. onlardan ornekler veiryordu gecen gun (http://www.independent.co.uk/opinion/commentators/fisk/robert-fisk-plots-sense-and-nonsense-the-view-from-the-post-bag-1514542.html)

oradaki ornekler aslinda Turkiye acisindan da cok sey soyluyor.
simdi okuyucu maillerinden biri demis ki, kardesim tutturdunuz bir siviller oluyor siviller oluyor nakarati. Ikinci Dunya savasi'nda daha cok Britanyali sivil mi oldu Alman sivil mi oldu? cok daha fazla Alman sivil oldu di mi? eh peki bu Alman sivilleri olduren Britanyali generaller savas suclulari miydi? yargiliycak misiniz onlari? sacmalamayin kardesim" demis.

goruldugu gibi kim Nazi, mesele bu.
Fisk tersini ispatlamaya calisan bir foto-eslestirme calismasindan da bahsediyor, Turk emaillerinde de dolasiyor bu bolca sanirim. orada da Israillilerin esas Naziler oldugunu duyuyoruz-gorsellerin sesinden.
Holocaustcu esas onlar -kurbanliklari gecmiste kaldi.
bu resmi agizlardan bile dile getiriliyor orta doguda, diger yerlerde olmasa da. -hele gunahi bol yerlerde...

Fisk'e gelen ve daha hakeratimiz bir baska emailde Hamas uyeleri dogrudan 'Hamas Neo-Nazileri' olarak aniliyor.

mesela soyle bir cumle kuruldugunu dusunelim 'Ergenekon neo-Nazilerini savcilardan saklamaya koca burnunun golgesi yeter mi ey bilmemkim pasa!" (Fisk'e cunku boyle bir burun lafi edilmis de, Hamas neo-Nazilerini koca burnunun arkasinda mi sakliyorsun falan.

Burun deyince en buyuk ve golgeli burun bizimdir bir kere -Kizil Sultan!

benim konum. Burun diye bir kitap bile aldim Karakoyden bir tezgahtan...gercekten burundan bahsediyor, cok eglenceli bir sey.

ama ben uzun burunlu olmayi arastiriyorum kendimce. comak sokmak derler ya, oyle, burnunu sokmak, ama comak gibi, koklamak icin degil...

karsi tarafin cumlesi: "F-tipi Nazi operasyonlari ile saglamlasan yeni polis devletinin tarihi yazildiginda gunun aydinlari fena utanacaklar!"

F-tipi kavrami da nasil bir kuyudan cikti oburune girdi, ne garip.
esas F-tipine karsi savasim o kadar zayifladi ve bu konu oylesine kapandi ki bosta kalan bir siyasi gosterge cagrisimlara acik bir sure durdurktan sonra sonunda yeni bir anlam alani edindi: F-tipi polis devletinin kurulmasi F-tipi kadrolasma olarak. Halbuki bir yandan da Sonbahar gibi filmler yeni yeni yapilmaya baslanmakta -ama siyasetin sabri pek yok...

kendi kontrgerillalarini olusturuyorlar, polis devleti kuruyorlar, ben her darbede gozaltina alinirim vs vs

aslinda hepimiz haril haril aradan nasil cikarizi dusunuyoruz. ucuncu yol var mi? varsa temeli ne olacak? emek mucadelesine mi geri donmeli? taraflardan birine daha mi yakin durmali? hangisine ve ne kadar? karmasik ve surprizlerle dolu olaylara bekle gor mu demeli ongorulerde bulunup erken tutum degisiklikleri mi hayal etmeli?
Ozne sol degilken herhangi bir operasyondan sol sonuc cikar mi? Ki ozne sol iken bile operasyonlardan sol sonucun zor ciktigi tarihte yazarken... hele bir de ozne sol degilken niyet coklu iken...

cifte ihanet derken kastyettigim sey gene de kendi askina sahip di mi? peki bu ask ne? hangi ask etrafinda dansedecegiz ki vakumlanmadan dansi bitirebilelim?

Nietzsche baslatti bu dans isini, ona geri donecegiz belki de...

ebru mu mozaik mi

Rahmi ile birlikte Varlik'a ve Okuz'e seri yazilar yazdigimiz donemde, 2000-2002 gibi iste, bu 'mozaik degil ebru' bulusu bizi cok heyecanlandirmisti. mozaik degil mermer ulan mermer gunleriydi onlar cunku...
sonra bir gun Rahmi'nin yuzunde eksi bir ifadeyle geldigini hatirliyorum, Elif Safak bizim ebru metaforunu kullanmis gordun mu dedi. gormemistim, anlatti. Okuz'deki yazidan falan gormus herhalde dedi. cunku mozaik-ebru sicramasi boylesine herkesin ilk aklina gelecek bir benzetme gibi gorunmemisti bize.
Elif Safak nasil aciklamisti hatirlamiyorum. ama biz soyle dusunmustuk: mozaikte parcalar yan yana duruyorlar, farkli farkli renklerde farkli farkli parcalar. eyvallah. ama sadece yanyana duruyorlar, birbirlerine karismiyorlar. bu yanyanalik icice gecmeyi icermiyor ve ortaya yeni bir sey cikmasi anlamina gelmiyor demistik.
simdi de Mario Levi ile yapilmis bir soylesiyi okuyorum Radikal Kitap'ta (http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=EklerDetay&ArticleID=917154&CategoryID=40&Date=26.01.2009), orada da Levi 'ye soru soyle yoneltiliyor:
"Türkiye’deki farklılıklara da değiniyorsunuz. Yahudi olanlar, Rum olanlar... Ve her birinin ilişkileri... Türkiye için kullanılan bir tanımlama vardır, mozaik. Siz ebru diyorsunuz. Neden mozaik değil de ebru?"

Levi'nin cevabi da soyle:
"Bu çok önemli. Biliyorsunuz mozaik taşlardan oluşmuştur, ama bir taş tek başına bir anlam ifade etmez. Ama renk başkadır. Ebruda her renk tek başına bir anlam ifade eder, ama başka renklerle birlikte olduğunda daha çok anlam kazanır. Ebrunun özelliği budur. Renkler birbirinden ayrılamaz. Her renk gerekirse kendinden bir renk verir ötekine. Öteki renkle var olabilir ancak. Benim özlediğim Türkiye böyle bir Türkiye. Bu nedenle hep ebrunun peşindeyim."

hersey zamanla nasil da degisiyor. bir kere butun bu mozaik-ebru hattinin mermer hattiyla mucadelesi kenarda kalmis gorunuyor. ikincisi mozaikin zaafi taslarin tek baslarina bir anlam ifade etmemesi olarak konmus -halbuki bir renk tek basina anlam ifade edermis. bu durumda mozaik bireylerin(ve kimliklerin) tek tek tasidiklari degeri eksik yansittigi icin kusurlu. hemen ardindan da renklerin birbirinden ayrilamazligini anmis Levi ki ebru metaforunun esas 'yaygin' kullanilma sebebi de bu yaniydi sanirim isin.
ebru metaforu bir de bir yerellik tadi veriyor ve yerellikle birlikte ozgunluk. hani sanki sadece burada gorulen bir toplumsal ic ice gecme tipini gene buranin bir sanat anlayisi ne de guzel yansitiyor gibisinden...

mesela bu toplumsal birliktelik atmosferi yara aldiginda, diyelim Israil-Gazze etkisiyle Turk Yahudisi olmak Turkiye'de sorunlu bir hal alinca Leyla Navaro hizla yogun dolasima giren bir yazi yazdi(http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&ArticleID=918064&Date=26.01.2009&CategoryID=99), orada diyor ki:
"O kadar sözü edilen, gururla taşınan ‘kültür mozaik’i sadece bir turistik slogan, bir yanılgı, yanılsamaymış... Esas arzu edilen, amaçlanan ‘mozaik’i tek renge indirgemekmiş..."

aslinda boylece Navaro mermer gunlerinin geri dondugunu soyluyor -en azindan belirli bir eksende.
tek renk mermer rengidir.
kultur mozaiki turistik bir slogansa eger ebru daha da turistik bir slogan olabilir aslinda. halbuki amac o turistik resim doldurma kaygisindan alip yasamsal bir yere tasimak, yasam katmak, ic ice gecmislik birlikte baska bir sey olma ve olan seyin guzel bir ebru olmasi uzerinden dusunmekti.
Arat da demiyor muydu, eksik olduk daha kotu oldu ama diye.
evet ebru metaforu eksik olmadiklari olcude guzel olduk ebru olduk diyordu.
ama bugun o da turistik bir isik altinda kalmis, biraz solmus gibi. o ilk heyecanindan eser yok.
"Turkiye bir mermer degildir, bir mozaik de degildir, yuzyillardir bu cografyaya hakim olmus benzersiz bir ebrudur!" diye bir kursuden bagirsa bir lider...ve kurbanlar kesilse, kurban kaninin kirmizisi ile vatan topraginin icice gecisini ovse ayni lider...
amma agir olurdu... fakat belki de hakettik...
mermer-mozaik cekismesini yasayan birseyle karsilamaliydik. yasayan ve soluk alan ve kararlar alan ve uygulayan...turistik olamayacak birseyle. turistik olanin avucundan kayiverecek bir seyle...
tabii mevcut Turkiye boyle bir sey olmadigindan mevcuda bakmanin fazla bir esin vermeyecegi asikar :)
olmasini istedigini soylemek sozu daha temassiz kilmiyor.
temas gene yuksek seviyede.
mesele de hayati.
olmasini istemek de bir dilek bir temenni degil, dilek dileyenlerin lehine bir formul daha degil.
oldurmaya calismaya adayim demeye geliyor...
ya da oyle oldugunda dinamizmine geri kavusuyor, turistigin elinden kayiyor ve seruvenine basliyor...

24 Ocak 2009 Cumartesi

Bir Karga-Çanta Neleri Özler...

Garson, bir garson, bakar mısınız pardon
Larsson değil garson, acaba sizde
bir aspirin bulunur mu, geçiştirecek
bu son, bu son, vallahi bu son
olsun, bir niş bulduğun
benimle konuşurken kaldırımdaki kedide
olsun canınız sağolsun ben zaten
Fındıklı parkında salıncakta düştüm ana rahmine
Orda da büyüdüm neme lazım
Füniküler falan bulunur biz dikkatli olalım
Nesneler atıyorlar bize simit yerine
Brando yolunun büyüsü kara büyüdür şiirde

Arka odaya yapıştım. Kabataş –
Bazı Kabataşlar – soğuk bir gece
Yarım yamalak bir Kabataş
Sektirdim şehirde

tut
kitaplar
kitaplar atarlar
vermediğin sözleri tuttuğun gibi

karga-çanta biralar taşıyor
pılı pırtı
hellakeler
elemtere fiş kem gözlere kiriş
tutun
sallan
diyorsun bitsin ama daha bitmedi sikiş

paramparça oluyor çanta sonunda –delinip…
karga delinip
kargayla Brando yolu! Del del delmekten gelen—
ve şiir başladıktan sonra herşey bittikten
hayır dedim tersine çevirmekle olmaz kibarlık
feministlik liriklik merdivenden çıkan Rowbothamlık
yerini de kaydırmak gerekir oymak
eyvallah dedi öyle diyorsan babalık

22 Ocak 2009 Perşembe

Butun devletler katil midir?

Hrant Dink'i anma numayisleri sirasinda atildigini gorunce sloganimizin bir kez daha dusundum, dikkatimi cekti birden, normalde gecip gider oyle ama bu kez bir dakka ne diyoruz ne demis oluyoruz bunu diyerek moduna girdim.
'Butun Devletler Katildir!' sloganindan bahsediyorum.
simdi bu sloganin en guzel yani yurtdisindaki zulumleri protesto ederken yerel zulum makinalarinin anlik bir ortunmeden faydalanmasina mahal vermeme refleksini yayginlastirmasi. Hele ki bu yabanci zulum makinalari bir de bizim oz be oz zulum makinamizin oteki addedebildigi devletlerse. Mesela Yunanistan. Yunanistan'da polis siddetini protesto etmek icin Yunan konsolosluguna gitmenin veya Yunan devleti aleyhine herhangi bir sey yapmanin Turkiye konjonkturundeki kaygan anlami malum. boyle bir protestoyu solda tutmak icin ekstra caba gerekiyor. benzeri bir durum Israil protestolarinda da gecerli. Israil'in Gazze operasyonuna tepkilerin kolaylikla irkci veya anti-semitik formlar alabildigi cokca soylendi. Filistin yanlisi herhangi bir protesto eyleminin toplumun 'yuzde 99'unun destegini arkasina alacagi imasi da vardi. iste bu tip durumlarda sahneye 'Butun Devletler Katildir!' cinlamasiyla cikmanin kendine gore bir degeri var. hemen cunku akla bir dakka bizim devlet de katil sadece onlarinki degil vurgusunu sokuyor, pesi sira, iblis devleti melek devletlerle dize getiremezsiniz, devlet milletinin hepsi ayni bokun soyu, baska bir numaraya guvenmelisiniz, mesela kendinize, veya bize, vurgusu geliyor. (veya bize dedim ama tabii anarsizm profesyonel devrimcilerin temsiliyeti ustlendigi bir sey degil, oyle bir ima ancak gene de alttan akiyor.)
ayrica estetik bir yani da var: anarsistler bir fark yaratmis oluyorlar. etraftaki devletci solcularla karistirimayalim ablalar abiler biz gelemeyiz bu devlet islerine postasi da hafiften konuluyor.
buraya kadar guzel.
yerel milliciliklerle devletciliklerle ayrisma cizgileri netlestirildi, anarsizmin farkina dair merak da uyandirabilecek bir tanitim ve vurgu yapildi, devlet odakli olmayan siyaset ne ola ki sorusu havaya salindi vs.
fakat tam da bu donemec donuldukten sonra bir bosluga dusuluyor.
sloganda 'politik mudahale'yi korelten birseyler var.
(o yuzden de sagina soluna birseyler ekleniyor zaten, dikkat cekicem birazdan)

bir cinayet davasinda arka siralardan ayaga kalkip heyecanla "butun insanlarda oldurme icgudusu vardir" diye bagirdiginizi dusunun...
insanlik hakkinda bir degerlendirme mi yapmis olursunuz?
yoksa katil icin hafifletici bir sebep gostermeye calisiyormus gibi mi gorunursunuz.
mesela kurbanin yakinlari bu tepkinizi nasil karsilar -dogru bizde de var oldurme icgudusu ve simdi aktive etmenin tam zamani diyerek ustunuze mi atlarlar acaba...
Freud hakkinda bir tartisma baslatmak istediginizi dusunup size konusma hakki verilmesini talep mi ederler yoksa...

veya ayni mahkemede katilin yalani yakalandi, siz gene arka siralardan firliyorsunuz: "her insan yalan soylemistir!"
e dogru, soylemistir. fakat, eee?
ne demeye calisiyorsun?

belirli bir politikasizligi dogurma riski yok mu bunun?
Israil Gazze'yi vurdugunda herkes mesrebine gore bundan dunya siyaseti adina bir sonuc cikarir ve bulundugu yerden pozisyonunu alir. politik tutumun esasinda bu vardir. "devlet milleti iste, bunlarin dedesi de katildi, torunu da katil" diye soylenmek belirli bir esitleme uzerinden giderek her durumun kendine ozgu politik niteligini tartismaktan ve spesifik tavirlar almaktan kacmak olmuyor mu? (Kivilcimli'nin ileriye kacmak dedigi seye de tam denk gelmiyor bu, yana kacmak diyelim mi?)

televizyon seyreden apolitik teyzeler de hani derler ya "of of her gun baska zulum". hani sanki kacinilmaz bir kotuluk silsilesi, engellenemiyor, bir orda bir burda patlak veriyor. yapcak birsey yok yaziklanmaktan baska...
bakamiyorum haberlere diyenler olur...
bakmak istemiyorum...

Belirli bir anda belirli bir olay oluyor, mesela Yunanistan'da bir polis bir genci olduruyor (ardindan anarsist ayaklanma cikiyor) veya Ingiltere'de 7 temmuz bombalamalarinin hemen ertesinde bir polis bombaci sanip alakasiz bir Brezilyaliyi metroda vuruyor (ardindan yas tutuluyor ve sorusturma suruyor).
iki devlet cinayeti vakasi.
ama etkileri farkli.

hani 1996'da da holigan siddetiyle Kadikoy 1 Mayis'ini ayni kefeye koyan 'siddet karsitlari' gibi...

televizyondan akip giden korkunc olaylari belirli bir reddetme, dahil olmama ve kavramama ile izleyen benden gecmis artikcilar vdleri gibi -ne korkunc olaylar cocuklara kiydilar mi diyecegiz...

bu duyarlilik tipiyle belirli bir ulkedeki hakim siyasi degerlerin kiskacindan kurtulamazsiniz.
turkiyede vurulan filistinli cocuklarin istirabini yureginde hissetmek mesru, o yuzden herkes hissediyor. israilde mesru degil, bir suru ulkede de yari-mesru, soguk veya temkinli yaklasilabilen bir olay.
turkiyede de bir numayiste pat pat vurulup oldurulen Kurt cocuklarinin dramini yureginde hissetmek mesru degil. onlarin acilarina soguk ve temkinli bakmak mesru.

evi bombalanan cocuklari kursuna dizilen filistinlinin anlatisi turkiyede otomatikman bir insanlik drami. israilde temkinli yaklasilmasi gereken bir anlati. devlet yetkililerince oldurulmus kacirilmis iskenceden gecirilmis gomulmus Kurtlerin anlatilari da Turkiyede mesru degil, temkinli yaklasilmasi gereken anlatilar statusunde bunlar.

Gazze operasyonunun Turkiye kamuoyunda ve medyasindaki karsiligi ile Batidaki arasinda cok buyuk fark var bilindigi uzere.
ve de bazen Turkiyede soyle diyen bir ciglik: nasil gormuyorlar, nasil bakmiyorlar, insan acisi var burda, ciplak insan acisi, nasil dunya ayaga kalkmiyor, ahh...
bunu diyen Turklere hah iste demek geliyor icimden, iste bu, insanlarin yillardir Ermeni katliami konusunda size bakarken hissettikleri tam da buydu, Kurt mevzusunda hissettigimiz tam da buydu size bakarken, tam da bu saskinlik...
fakat bir dakka Ermeni meselesinin asli astari soyle, onlar da az hasarilik etmediler, veya bir dakka delikanli orda dur, Kurtler de vatan hainliginden tut masumlarin kanina uzanmaya kadar az sunu bunu etmediler, simdi o baska bu baska dedigini hayal edelim birinin bana su anda...
hemen o kisiye sesleniyorum: hah iste tam bu, Israilde de insanlar ayni haklilik duygusuyla bunlari diyorlar su anda...

soylemler catisiyor her yerde...

mesela denebilir ki her insanda oldurme icgudusu vardir diyen kisi bir potansiyelden bahsediyor, bizse bir olgudan bahsediyoruz. Butun devletler cinayet isleyebilir degil, butun devletler bizzat katildir diyoruz. yani hepsi cinayetlerini coktan islediler. (bu anlamda butun devletler -elini kolunu sallayarak aramizda dolasmaya devam eden- katillerdir, demek gerekiyor belki de)
eyvallah.
sonucta gercekten de her devlet, o ya da bu sekilde birilerinin oldurulmesinde birinci dereceden rol almistir, kesin bu. ya savasta oldurmustur, ya polisiyle vurmustur, ya kazayla oldurmustur, ya iskenceyle oldurmustur, ya ucaktan denize atmistir, ya topraga gommustur, ya kursuna dizmistir, ya vincle asmistir ya da baska birsey yapmistir. kisacasi, olume sebebiyet de vermistir dogrudan fail de olmustur.
tamam.
tamam da ya o zaman birisi de 'Butun Halklar Katildir!' diye slogan atarsa.
yalan mi?
butun devletlerin katil oldugu bir olguysa butun halklarin katil oldugu da bir olgudur.
cinayet islememis halk var midir?

ne demeye calisiyorum, aslinda politik bir ifade degil bu 'devletlerin hepsi katildir ' ifadesi demeye calisiyorum. demagojik yani guclu. butun halklar katildire cevrildiginde bu niteligi goze batiyor.

butun halklar katildir butun devletler katildir eyvallah da simdi ne olacak, simdi biz ne yapacagiz, bak adam girdi vurdu, oburu de bir sey diyor, kim hakli, hakikat bambaska bir yerde mi, durum nedir...

100 yilda neden bu gerileme oldu diye dunyaya da soruyorum. 100 yil once ispanyadaki fransadaki devrimciler dunyanin her yerindeki devrimci anti-kolonyal vs hareketlerden haberdar olabiliyorlardi. bugun bunca iletisim caginda bu kopukluk neden?
Hands off Iraq (Elinizi Irak'tan Cekin) protestolarini dusunuyorum mesela. bu protestolara katilan insanlar arasinda Irak'ta bugun kimin kim oldugunu bilen kac kisi vardir?
Irak bugunun aktivistlerine bir bilinemezlik olarak gorunuyor, hic bir umut veya isbirligi yapacak dinamik goremiyorlar, neler olup bittigini kavramak icin cok fazla enerji gerekiyor, bu kadar vakit de yok ayiracak, onun yerine kendi iktidarlarina yonelip Irak'tan elinizi cekin diyorlar.

butun devletler soyutlamasi siyaset yapan bir agizdan cikmis gibi durmuyor. Taliban'in hakimiyeti iyice ele gecirdigi bir bolgede kiz cocuklarinin okula gitmesini yasakladigina dair bir haberi okuyordum. haberde Taliban cinayetlerinin bolgede arttigi, kurbanlarin kimilerinin kafalarinin kesildigi vs de anlatiliyordu. Taliban mesela simdi devlet degil. butun devletler deyince Taliban hakkinda birsey soylemis olmuyorsun halbuki soylemen gerek.

Ingilizler butun ingiliz ciftcileri ve sermayesini kovdu diye Mugambe'yi dunyanin en kotu adami en korkunc diktatoru ilan ediyorlar her gun (gercekten korkunc bir adam olmasi ayri mesele). ama Suudi krali kirmizi halilarla ve sozlesme metinleriyle ayakta karsilaniyor. Suudi demokrasisi Zimbabwe demokrasisine bes bastigi icin degil bu durum belli ki. peki butun bunlara getirilecek anarsist analiz nedir, hepsi birbirinden kotu devletler arasindaki cirkin iliskilerin gorunmesi al birinden vur otekine mi? bu kadar mi? ama peki simdi ne yapilacak? soylenen her soz birseyleri etkiler, bu unutulmamali...

Ingiltereden Turkiyedeki sol entelijensiyaya baktikca Turkiye sol entelijensiyasinin etki gucune hayranlik duyuyorum. Ozur Diliyoruz Kampanyasi gibi bir seyi hayal edemiyorum burda.

butun devletler katildirin yanina yoresine birseyler ekliyoruz demistim, mesela sunlari ekliyoruz: "Affetmeyecegiz! Unutmayacagiz!"
neyi veya kimi affetmiyoruz, cinayetleri mi, her cinayeti mi? her devlet cinayetini mi? hayir. misal ayni gunlerde avustralyada polis tarafindan oldurulen fasist cocuk icin herhangi bir affetmeyecegiz afisi asmamiz sozkonusu degil.
o da gencecik bir delikanliydi di mi. polis geldi vurdu. ama oyle dusunmuyoruz. oyle dusunmememizde bir tuhaflik da yok. cunku siyaseten dogru olduguna ve yanlis olduguna inandigimiz seyler var. yanlis saydigimiz seyleri affetmiyoruz, bunlar oldurse de affetmiyoruz tukurse de affetmiyoruz...unutmuyoruz.
almanyada fasist bir gosteri hazirliginin antifasist zor yoluyla fiili siddet araciligiyla engellenmesi demokratik bir zafer sayiliyor ve aramizda mesru. (sadece aramizda degil hemen butun Bati basininda da mesruydu). insanlar kendi anlayislarina gore bir gosteri yapacaklardi kafalarina vurduk engelledik demiyoruz. dememiz de gerekmiyor. sadece, diyormus gibi yapmayalim...

hersey tanima bakar. tanimlarin ustunde birsey yok. hicbir siddet tanimlarin ustunde degil. tanimlamalar adlandirmalar soylemler konumlandirmalar. hersey bunlarla belirleniyor.

yari Yunan yari Alman bir video sanatcisiyla konusuyordum Zagreb'de, sizin milliyetci Kemalistlere Nazi partisi hakkinda daha fazla bilgi vermek, Turkiye'deki gencligin Nazi donemini daha cok bilmesini saglamak lazim bence dedi bana. sizde Nazi donemi cok az biliniyor o yuzden Kemalistler Nazilerle benzer seyler yaptiklarinda farketmiyorlar...
guldum, dedim tam da bugunlerde Kemalistler sik sik Nazi referansi veriyorlar. ama tersten. yuzde 47 ile iktidara gelen globalist islamci partinin Almanyada Nazi partisinin iktidara gelmesine benzedigini dolayisiyla secimle geldigi icin demokratik bir iktidar gibi gozuken bu AKP iktidarinin esas anti-demokratik guc oldugunu, disardan rejim degisikligi talep ettikleri icin ve secim sonuclarini ikincil addetme egiliminde olduklari icin kendilerinin anti-demokratik gibi gozukmelerine karsin cagdas bir Nazi partisini erken alasagi etmeye calistiklarindan esas demokratik gucun kendileri oldugunu iddia ediyorlar.
burada Kemalistleri haksiz yapacak olan sey mantik yurutusleri degildir. mantik dogru. secimle gelmek bir iktidari demokratik yapsaydi Nazi partisini yapardi. Turkiye'de belki de sanatci arkadasin dedigi gibi Nazi gecmis pek genel kulturde ogretilmediginden 'secimle gelen iktidar' lafi surekli bir dokunulmazlik ortusu gibi kullaniliyor liberaller vs tarafindan Kemalistler de buna ifrit oluyor. dogru bunlar. dedigim gibi mantikta degil problem, tanimda.
eger AKP'nin bir Nazi partisi iblisliginde oldugu kesin olsa en demokratik tutum ertesi gun darbeci guclere katilmak olurdu. ama bakalim bu tanim ikna edici mi? firtina orda kopuyor.
secimle gelmis sekerek gelmis farketmez, bu oyunun Nazi partisi kim? Hitler kim? olay bu sorunun etrafinda donuyor. karsi tarafin Hitler oldugunu ispat eden kazaniyor...

bu arada naif Yunan sanatci arkadasim (yari-Yunanliktan tam Yunanliliga terfi ettirdim onu iki paragrafta:) tabii Kemalistlerin Nazi tarihinden bihaber naifler oldugu yorumunda biraz naif de bulunabilir. hele ki 40li yillar dusunulurse, ironik dahi denebilir buna...

butun devletler katildir sloganinin yine de en basta saydigim artilari var.
ote yandan bir kardes slogan daha var ki onda hicbir arti goremiyorum:
"Butun Devletler Teroristtir!"

bunu diyenin bir terorizm tanimi var mi allahaskina... neymis terorizm?
terorizmin nesnel tek bir tanimi yok. yok oyle birsey. Terorizm kategorisini sol, hele ki anarsizm komple reddetmelidir, terorizm terimleriyle konusmamali dusunmemeliyiz.
'birisinin teroristi digerinin ozgurluk savascisidir!'
iste esas resim bu.

terorist bizim icin bir hakaret degildir. bir ovgu de degildir. ici bos tehlikeli bir kategoridir terorizm. her anlama cekilebilir, her iktidar bulundugu yerden tanimlar.

hele ki teroristi bir hakaret gibi kullanmak, devletlere siz de teroristsiniz ama demek, veya esas terorist sizsiniz demek tam bir felaket.

hele ki global arenada terorist hep ya dostumun dusmani ya da henuz kazanamamis savasci veya kaybetmis savasci anlamlarindadir.
Turkler icin PKK teroristtir baskalari icin ozgurluk savascisi olabilirler, Ruslar icin Cecenler teroristtir Turkler icin ozgurluk savascisi olabilirler. PKK 10 yil once guneydoguda bir Kurt devleti kurmus olsaydi simdi de o devletin basbakani Ocalan olsaydi Ocalan kurtulus savascisi, ulusal kahraman ve devlet adami olmiycak miydi? dunyada bir suru devletin tarihi boyle degil midir? kazanirsan kurtulus savasi diye gecer (cunku sen yaziyorsun artik) kaybedersen terorist olursun(cunku onlar yazmaya devam ediyorlar).
bir de bu teror meror terminolojisini tumden gerilla terimlerini ortadan kaldirmak icin de kullaniyorlar, bu manipulasyona elini kaptiran kolunu da kaptirir aslinda.
silahli orgutler diye bir terim yok mesela gunumuzde dolasimda artik, teror orgutleri var. gerilla partizan gibi silahli savasciyi olumlayan terimler de yok. (partizan zaten esasta bir disko parcasi oldu. eglenceli de bir sarki. tabii biz Fenerliler icin esas kupadan eledigimiz bir takim :)
gerci umdugumuzdan cok daha zor eledik...

Gazeteciligin Dili diye hic bir zaman yayinlanmayan elimde kalan bir kitap cevirmistim, o kitapta direk konuya soyle giriyordu, gazetecilikte ilk is adlandirma stratejileridir. ornekler veriyordu uzun uzun, sirf adlandirma stratejileri ile nasil caktirmadan net politikalar yapilacagina dair...

Affetmeyecegiz! Unutmayacagiz! dendiginde aslinda butun devletler katildirden bir nebze tasiliyor. demek ki ozellikle unutulmayacak fiiler var. affedilmeyecek seyler var. bunlar her devletin ozundeki katilligi disinda, yasanmis belirli bir takim seyler olmali.
evet olmali...

Su anda Gazze'de 'Butun Devletler Katildir!' sloganini atar miydiniz?

neyse.
konu uzuyor, hava karardi Loughborough sehrinde...
baska islerim vardi bugun aslinda, nerden de girdim bu konuya...
a-infostan gelen mailleri okurken girdim tamam. su devletler katildir sloganini bir dusuneyim dedim laf uzadi. daha da 'butun siddetlere karsiyim' konusu vardi ama o da baska bahara...
bir de acikmaya basladim...
birseyler atistiralim isimize bakalim...
iki rüya gördüm bu sabah:

ikisinde de kuzen çağlar var. şişlideyiz, onların şimdiki evlerinin orda, şişli adliyesinin önünde gibiyiz ama yol nasıl ana baba günü anlatamam. gerçi her zaman öyle de rüyada iyice bir ana baba günü. bir de tuhaf türk adetleri gereği hani bir şerit park bir şerit bekleşen taksiler bir şerit de kuruyemişçiden sigara alanlar falan oluyor ve sadece bir şeritten klakson çalan halk otobüsleri geçiyor falan ya, o tıkanık kargaşadan bile daha karman çorman bir kalabalık hali var caddede.
işte bu kargaşanın içinde en hızlı akan araç gariptir bir kamyonet ama uzunca bir kamyonet. içi kasa kasa balık dolu. hamsi midir nedir öyle bir balık. fakat balık kasaları kenarlarda, orta yer boş ve ortada da insanlar ayakta duruyorlar ve anlıyorum ki bu bir tür minibüs gibi işletiliyor, muavin falan var. en hızlı araçlar bu balık kamyonetleri artık diyor çağlar bana, millet de onlara binmeye başladı.
şimdi yazarken farkediyorum, balık istifi lafını fazla literal almaktan ibaretmiş bu rüya.

ikincisi de gene aynı caddede geçiyor. bu kez caddede ayakkabı tamircisi ayakkabıcı gibi garip bir dükkan varmış. bu dükkandaki adamlar benim istanbulda kalan 4 çift ayakkabımı nasıl becerdilerse alıp vitrinlerine koymuşlar. ama tek koyuyorlar vitrine, diğer teki içerde. versenize ayakkabılarımı falan demek üzere dükkana giriyorum. adamlar bir anlaşma öneriyorlar. meğer benim ayakkabıları kiraya veriyorlarmış. tanesini şu kadar kiralıyoruz falan diyorlar. size de bir pay verelim. dort ayakkabıya aylık 25 milyona anlaşıyoruz. bana bayaa karlı bir alışveriş yapmışız gibi geliyor. çağlar da iyi yi kabul et diyor. sonra vay be ne iyi oldu şimdi o ayakkabılar zaten kullanılmadan duracaktı falan diyoruz. hatta kara geçip cebi dolanların yüce gönüllüğüyle ya ihtiyaç sahiplerinin ayakkabı sahibi olmasına da bir katkımız olması da işin en güzel yanı yoksa 25 milyon ne ki falan diyoruz.
sonra çağlar birden iyi de ya adamlar ödemeyi yapmaz aksatırlarsa, ve o sırada ayakkabılar kirada olursa ve ne ayakkabıları ne parayı alamazsak diyor!
panikle uyanıyorum....

*Nazım'ın Vera'ya yazdığı bazı şiirlere bakıyorum. Vera Moskova'da kalıyor Nazım başka memleketlere seyahatlere gidiyor, o seyahatler sırasında yazılmış, özlem anlatan, Vera ile konuşan şiirler.
düşünüyorum, bunlar basbayaa email de olablirdi aslında.
bunların şiir olmasının sebebi internetin yokluğu. gittiği otel odalarında internet olsaydı laptopunu açıp bir email yazacaktı belki Nazım, sonra daha da kötüsü belki chat yapacaklardı. bağlantı hızına falan göre bakmışsın video veya sesli bağlantı da yapıyorlar.
arada dayanamayıp şiirimsi sözleri chatten emailden yollayıp duruyor Nazım. hepsi kaba sözlere karışıp bulanıp yitip gidecekti.
email çağında çok fazla metin böyle heba oluyor, veya gereğinden fazla metin üretiliyor. hangisi daha iyi?
o şiirler yazılacağına emaillere eyvallah denseydi keşke diyecek de çok ademoğlu bulunur biliyorum...
mektup-email çağının ikisini de yaşadık biz. düşünmeli bunu...

20 Ocak 2009 Salı

BÜYÜK İNCİNME

Hrant Dink'in öldürülmesi Türkiye toplumunda çeşitli siyasi duruşların, değişimlerin ve çarpışmaların ötesinde vicdani bir yere de değdi.
Hrant Dink'in sadece değebileceği bir yeri incittiler. Sadece onun erişebileceği bir dalı kırdılar.
Sadece Hrant'ın arkadaşları değil çok büyük bir toplumsal kesit incindi.
Bakmayın siz sonradan efendim biz Ermeni değiliz, hem biz niye özür dileyelim diyen merkez sağ-sol görüşlülere, Hepimiz Mehmetiz'e sığınabilir miyiz diye bakınanlara...
elbette beyaz bereciler de vardı, var, Trabzon'a gelin bir soykırım daha yapalımcılar vardı, var, ama onları çok marjinalize eden, Türkiye'yi benzersiz bir şekilde saran bir "büyük incinme" yaşadık burda...
Bu büyük incinmenin arkadaşıma dokunmayı aşan bir yanı da vardı veya arkadaşıma dokunmayı en uç şekilde somutlayan. arkadaşımıza dokunma.
Hrant Dink arkadaşımız deyince kimsenin tedirgin olmayacağı bir insandı.
Tedirginliği dışarda bırakıyordun...

Dolayısıyla Hrant Dink'in arkadaşları protesto veya anma etkinliklerine katılanlar değildir. Evinde Rakel Dİnk'in konuşmalarını okuyup dinleyip ağlayanlardan da ibaret değildir.
Büyük incinme'den nasibini almış herkes Hrant Dink'in arkadaşıdır.

İşte toplum o yüzden unutmayacak, siyasi şeyler öyle böyle olacak, ama bu büyük incinme unutulmayacak.
Hrant Dink'in oldurulusunun ikinci yili anma etkinliklerine dair haberleri okuyorum.
Ozur diliyoruz sloganlari atilmis. ozur diliyoruz'un bir slogana donusmesi sanirim ki yeni.
ozur diliyorum kampanyasi da sonucta yeni sayilir.
polis sloganlari havaya ates ederek susturmaya calisiyor, hemen biber gazlari cikiyor boylece. ve tabii taslar da...
iki yil oncenin radikal slogani Hepimiz Ermeniyiz'di. bugunku Ozur Diliyoruz.
iki yil onceki numayislere katilan kitlenin aktive edilemedigi, dagildigi, o enerjinin elden kactigi elestirilerini pek yerinde bulmuyorum aslinda.
Hepimiz ermeniyizin açtığı yarığa yerleşelim diyordum, yerleştik bence.

ben ozur diliyoruz kampanyasinin metnini icerigini pek tartismadan imzami attim. tartismaya baslasak oyle cok sorun cikar ki, devletlerin adina ozur dilemekten tutun ozur dileme fiilinin kendisinin affetmeyi cagiran ve fena halde problemli varyasyonlarina kadar. fakat bunlarla ugrasamayiz su asamada cunku oncelikli olan etkisi diye dusunmustum. bizim kampin bir atak hamlesidir. oyleyse atiyorum.
bir suredir turkiyedeki genel polarizasyon boyle gorunuyor bana, hep bizim kamp karsi kamp kategorizasyonlariyla konusuyorum konusurken.
hayir metni bir yana birakin hayatta su siralar en istemeyecegim sey Etyen Mahcupyan ve Ali Bayramoglu ile ayni seyi yapmak ayni yerde durmak. Nisanyan Diski Skandalindan sonraki tavirlarini dogrusu 'affetmedim'. ama iste naaparsin, bizim kampin cilesi de boyle. cekiceksin. cunku gerilim gene son derece ust duzeyde.
karsi kamptakiler de Perincekle yan yana gelmeyi cekiyorlar sonucta. boyle bir ferahlama bilmem dile getirilebilir mi?
Gun Zileli gecenlerde kendisine dair bir sansur olayindan bahseden bir mail dolasima soktu. bir internet sitesi yazisini basmamis. bu tur durumlarin korkunc sansur olayi diye adlandirilmasi gunumuz kosullarinda ne kadar isabetli bilmiyorum, ama esas ilginc nokta su degil mi: yorum sinirlari belli, tartilabilirlikler, sorgu sinirlari cok net. siniri gectiniz mi ya da hatta kendi kampinizin sinirlarini sorguladiniz mi hop obur kampla ozdeslestiriliyorsunuz. super net.
turkiyeye geliyorum, arkadaslarla bulusuyorum. herkes birilerinden bahsediyor, ama bahsedisler acaip vakumlu: bilmemkim AKPci olmus, bilmemkim milliyetci olmus, digeri liberal olmus, beriki fasist olmus, o libos islamci globalist oldu digeri de milliyetci sekularist kemalist. ne zaman? hangi derin donusumle?
evet donusenler olmustu bir ara, biliyorum. ama en en en son zamanlarda olan sey donusum degil. zemin kayiyor, ayagini bir cizgiye attin mi hop cekiyor vakumluyor seni. hadi bakalim Zileli Perincekci oldun sen deyiveriyor adam. neden, cunku bizim kampin limitlerinde dolastin. orda sadece Perincekciler dolasir.
tam ic savas kosullari havasi.
zaten pek cok sey bu sekilde rasyonalize ediliyor. ic savas var. silahlarla sokakta kursun atilmasi seklinde su an ilerlemiyor ama ic savas suruyor.
ara-pozisyonlara yer yok. ucuncu yollar falan tikali.
hem bunu biraz dusunerek hem de ara-pozisyon arayislarinin siyasete mudahaleden cok kendini aklamaya yonelik dogasini dislayarak ben 'cifte ihanet' teorisini ortaya atmistim.
su anda yapmamiz gerekenin bir ikili ihanet siyaseti oldugunu dusunuyorum.
ve kamplara ihanet edebilmek icin kamplarla iliskiye gecmemiz gerekir.
sonucta kamplardan birinde oldugumuz icin double agent, ikili ajan, gibi gorunuyor olabiliriz. ama son analizde her iki kampinda aleyhine bir rota bizimkisi. ayri bir kompozisyon pesindeyiz.
Geçen gün bu konuda bir yazı yazacak oldum, mataharileşmeden diye yazıverdim, sonra yahu bir dakka Mata Hari’ye haksızlık etmeyelim onu Fransızlar kendi hatalarını kapamak için harcamamışlar mıydı falan biraz araştırınca sildim çıkardım mataharileşme lafını.


Aritman Gül’e Ermeni asıllı dedi Gül de Aritman’i dava etti. aslinda biri de Gül’u Arıtman’ı dava ettigi icin dava etmeli.
Ne biçim ifadeler vardı hatırlayın Gül’ün davasında. Çok büyük hakarete uğramış gibi konuşuyordu. Yani Ermeni asıllı olmanın büyük bir hakaret olduğu konusunda Cumhurbaşkanı ve milletvekili hemfikirler, fakat kimin Ermeni asıllı olduğu konusunda anlaşamıyorlar. Birbirlerini bu hususta dava ediyorlar. Pes!


Utku simdi istanbulda 2 bin 3 bin kisi vardi Ankara sonuktu diye mesaj atmis.

Hepimiz Ermeniyizlerle açılan gediğe, açılan yarığa yerleştik diye düşünüyorum evet. Şimdi özür diliyoruzlar vsler o yüzden bir zincirleme gibi akıyor.
Öte yandan tabii bizim yarığa da sızıntılar var, orada pür temiz bir siyaset yapamıyoruz. Bir kere hükümet bizden yana! Daha büyük rezalet olur mu? Bunun lekesinden temizlenmek sürekli dert.
Dışkıcılarla aynı kamta olmaktan bile büyük dert.
Allahtan savunma bakanı bir ara ermenileri rumları atmasak milli devlet olmazdı kardeşim falan dedi başbakan da özür dileyenlere ateş püskürdü de biraz kendimizi rahat hissettik.
Aslında böyle özür diliyoruz diyenlere saldıracak bir başbakan veya kestik hepsini iyi yaptık fena mı oldu diyecek bir bakan beklemememiz lazım, kendimiz yarığa yerleşmeyi sürekli yarıklar açma olarak da yaşamalıyız, öyle görmeliyiz.

Hrant Dink Türkiye siyasetinin 2000li yıllarında kesinlikle bir kırılma etkisi taşıyor, ve etkisi sürecek –daha doğrusu kendiliğinden sürmeyecek de, sürdüreceğiz.
Anarşistler bu mevzuda hep iyi konum aldılar. Ilk günden şişliye akmakla başladı ve öyle devam etti. Çok günahımız olabilir ama milliyetçilik yok demiştim bir yazımda.
Aynı konu geçen gün gene karşıma çıktı.

Bilgi’de düzenlenen Aralıkta Dünya Edebiyatı konferansında Murat Belge de vardı. Bir ara bana anarşistlerin de var mı milliyetçisi falan diye takıldı, bak bizim memlekette çıkarsa şaşırma falan diye de ekledi.
Şu açıdan bakarsak haksız değil olabilir: sonuçta anarşistler de bu ülkenin siyaset kültüründe yetişen vatan evlatlarıdır. Buradaki şekillenmeler anarşistçe yeniden yoğruluyorsa da kimse anarşist ithal etmiyor. Bir toplumun siyaset kültürü neyse herkes onun içinde oluşuyor kavruluyor vs. buna eyvallah.

Ama başka bir mesele var.
Bazen türk komünistlerinin milliciliği eleştirilirken sanki bunlar dünyada eşi benzeri olmayan bir cinsmişler gibi konuşulması yanıltıcı. Sol dediğin şeyin içinde her zaman her yerde çok ciddi millici bir damar olagelmiştir halbuki ve hep vardır. Faşistlerle kavga etmek milliciliği elden bırakmamaya engel değil ki. Evet biz enternasyonaller yapıyoruz, ama faşistler bile enternasyoneller yapıyor, amerikan nazileri alman nazileriyle birlikte işler yapabiliyor veya alman nazileri çek nazileriyle, bir sürü enternasyonal dayanışma içeren faşist faaliyet var.

Milliciliğin ilerlemecilikten gelen bir hattını içeriyor sol. Bununla hesaplaşılmayınca Türk solunu garip bir manyaklar topluluğu gibi sunmak zorunda kalıyorsunuz. Veya solun ne olduğunu komple yanlış anlamış ender bulunan bir familya.
Halbuki sol ilerlemeye inanınca ilerlemek için modernleşmeye modernleşme için de modern ulus-devletlere modern ulus devletler için de belirli bir ulusalcılığa, bu arada dünyanın ilerlemesi için dünyada sömürünün kalkmasına, dünyada sömürünün kalkması için ilk adım olarak da anti-emperyalizme, anti-emperyalizm için ilk adım olarak da emperyalizme karşı somut direniş odakları olarak da gene devletlere yüzünü dönen bir şey. O yüzden iyi yaptık kesmekle diyen bakanı gizlice onaylayacak solcular olabilir, ulus-devlet lazımdı diyorlardır mesela. 6-7 eylül olmasaydı 10 yıl sonra acaba aynı dükkanlara sol sloganlarla taş atılır mıydı diye de bir spekülasyon yapılabilir. (tabii vahşet olmazdı bu kez)
Türk solunun kemalist vizyondan kopmasından evvel daha gerilere gidip ana siyasi meselenin hep devleti kurtarmak olmasına bakmak gerekiyor. Soldan veya sağdan.

Bir arkadaşın sevgilisi, yanlış hatırlamıyorsam kameremandı, ekonomik zorluklar falan derken faşizan bir kanalda iş bulmuş mecburen, onu kanaldaki birilerine şöyle tanıtmışlar: bu arkadaş da vatan savunmasına soldan katıldı!

Anarşizm daha ittihatçılar zamanından beri devleti kurtarmaya yönelik bir düşünüş olmadığından türk soluna malzeme sağlayamamıştı, ilgisini de çekmemişti türk solunun pek. Solun ilerlemeye modernizasyona ve devleti güçlendirmeye hizmet eden versiyonları üstüne bütün siyaset kültürümüz de kurulmuş oldu böylece. Doğallıkla bu siyaset kültürü içindeki solcular da kolaylıkla millici oluyorlar. Anarşizm türk solunda girdiği her yerin tadını değiştiriyor.
Keşke daha erken girseydi demenin bir anlamı yok, keşke daha erken ihtiyaç duyulsaydı demek gerekir, illa bir keşke denecekse.
Ibrahim tatlısesin şarkısı vardı di mi keşke diye, ah keşke vah keşke falan…
Çok da doğulu bir söz sanki…

Dolayısıyla bu ülkenin siyaset kültüründen aldığı maçoluklar, millicilikler anarşist öznelerde gözlenebilir, kimse gökten sepetle sarkıtılmadı, ama genel olarak anarşizmin türkiye siyaset kültürüne ve genel olarak kültürüne etkisi hem cinsiyetçiliği kırıcı, gender meselelerinde alan açıcı bir etkidir, hem de milliyetçilik meselelerinde devlet–odaklı siyasetin dışlanması ve dolayısıyla her tür ulus-devlet temelli kurtuluş vizyonunun dışlanması sayesinde ‘akılcı ırkçılıklara’, ulusal ilerlemeci milliyetçiliklere, devlet direnişleri etrafında örgütlenen anti-emperyalist tasavvurlara kendiliğinden yer vermeyen bir etkidir.

*dün tam evden çıkarken bir de baktım bizim evdeki ‘asyalı kızlar’ temizliğe girişmekteler. Bir organizasyon bir seferberlik havası. Bayram temizliği mi nooluyor dedim. Evsahibi gelecek ya dediler. Neden evsahibine şirin gözükmek istediler bilemedim, belki de sırf kibarlıktandır. Ama sonra döndüğümde akşam evsahibi ve kızı da dahil esaslı bir temizlik timinin olayın üstüne gittiğini öğrendim gün boyu. Eve tam kadın değdi –hem de dört kadın birden. Ben de erkek erkek dışarda gezmiş oldum bu sırada :)
evarkadaşlarımı hep evi kirletmekle suçluyordum bir günde evi temizleyen onlar oldular!
Bugunlerde misafir gelse keşke…
Ama kombi hala çalışmıyor. Bugun test yaptım, 39 dakika çalışıp söndü. Tamirci geldi biraz once. 39 dakika rekorunu kırmamız gerektiğini anlattım ona.
39 steps kitabı o an aklıma gelmedi ama, şimdi yazarken geliyor…
buzdolabını deniyoruz. Bakalım gene herşeyim buz tutacak mı? Gene tutarsa yeni buzdolabı alıcam dedi evsahibi. Zaten minicik birşey. Evde minicik bir buzdolabı iki tane freezer var. günümüzün adetleri mi demeli…

*Dün Elena’yla bakıp durduk Lefter beyin ultrason videosuna. Ne olağanüstü birşey gerçekten de. Sanki doğal bir sürecin içine çaktırmadan karışmışsın gibi. Sanki aslında doğdu da ayıp olmasın diye 9 ayı tamamlamaya çalışıyor.
Bir de üstelik hareket ediyor, el sallıyor, elini ağzına götürüyor, annesini öpüyor.
Gerçi bu son yaptığını kıskandım biraz…
Çıkınca seni de öper merak etme falan diyor Neval.
Kerata. Şimdiden anasının kuzusu mu oldu naaptı…

19 Ocak 2009 Pazartesi

23. haftadaki detaylı ultrason öncesinde içimi bir korku kapladığından bahsettim Kürşad'a. ne de olsa taze baba diyerek...
artık korkuyla yaşamaya alış dedi gülerek...

Zagreb'de bir gece, seminerden ve Zagreb'in Hatay'ı görünümündeki şair portreleriyle sarılı bir meyhanesinden odama döndükten sonra, aslında uykusuz olmama karşın bir türlü uyku tutmamıştı, ben de laptopu açıp İngiltere'deyken Limewire'dan rasgele indirdigim bir filmi seyretmeye başladım.
Step Brothers.
saçma bir komedi saçma bir komedi olmasına da....
Kürşad'ın dediği şey de var içinde...

18 Ocak 2009 Pazar

şimdi blog işinde garip bir mantık var, hem en son yazılan gün en önde üstte olmak durumunda, bu tabii...
hem de kronolojik okunabilsin isteyebiliyor insan -ve bu anlaşılan gayrıtabii..
sonuçta günlük günü gününe okunduğunda kronolojik okunmaz.
dahası günlüğün günü gününe okunması fikri zaten imkansız. bu ancak blog olur ve peki blog nasıl okunur? rasgele?...
kronolojik okunması da saçma...
aslında okunması bile garip. günlük saklanır bulunup gizlice okunur.
blog ortada, salınıyor. sekiyor, belirip kayboluyor, anlamını verip alıyor. orada ele geçirilecek bir derin anlamı yok. burada şimdi oluşan ve de bir başka linke sıçramayla saklanacak bir anlamı var, bir değil de bir-çok.
amaaannnn, diyorum :)
saklanmak diyorsak ajda pekkan dinleyelim, Saklanbaç'a hastayım zaten...
Ajda Pekkan - Saklanbaç (1967)
http://uk.youtube.com/watch?v=DjqBTPE3UIU
aa ne oldu dun sabah, ubu web'den indirdiğim Frans Zwartjes'in Birds One kısa filmini seyrediyordum, (ubu'dan film indirmenin bir yolunu yeni buldum da. fakat yavas.) ama bayaa sabahın köründe. filmdeki kuş sesine pencereden kuşlar cevap verdi...
http://ubu.com/film/zwartjes_birds.html

özlemişim Loughborough'nun kuşlarını. ada kuşları, neler düşünür kimbilir...
geçen sene baharda hele ne çok dinledim onları, arada kaydetmeye de kalkıyordum telefona seslerini...
özellikle iyice sınırları zorladıkları tuhaf anlarda...

hastayım sana
dersen
-gecmis olsin
der mujde abla...

bu arada 4 Kadın programındaki tek entelektüelin Müjde Ar olduğu konusunda sanırım herkes hemfikir. Pınar Kür daha çok bir site yöneticisine benziyor, Çiğdem Anad zoraki gülümseyen site sakini, Aysun Kayacı da her an siteden kaçabilir genç kız galiba, taşıyor siteden, taşarak gerilimli bir ilişki kuruyor siteye zaten sığmayan Müjde Ar ile.
Pınar Kür'le Çiğdem Anad memnunlar siteden ve hükümetten (en hükümet karşıtı anlarında dahi).

şimdi düşünüyorum da O... Çocukları filminde Demet Akbağ'ın yerinde Müjde Ar oynasa nasıl olurmuş acaba? Demet Akbağ'ya laf yok, çok iyi elbet de, bir merak sadece... birden çünkü gerilerden gelip bugünü titreten birşeyler açıyor kapıyor Müjde Ar ya...
acep eksende birşeyler kaydırır mıydı...

bu arada Haykıracak Nefesim Kalmasa Bile'nin sözlerine dikkatimi çekiyor Neval...
Neval, Neva ile Nerval arasında bir isim sanki...

hayatta yazdığım ilk yazıda (ve sansürlenmişti intihara teşvik ediyor okurları diye Nişantaşı Anadolu Lisesi dergisi tarafından, derginin adını unuttum) Nerval'den sözediyordum...
*Meğer Nazım da Üsküdar Paşakapısı Cezaevinden geçmiş. birşeyler okurken bu tip mekan adları bellekte hiç tutunamadan kayıp giderler çoğu kez, en azından bende. ama böyle yaşanmışlıklarla birleştiklerinde birden çınlıyorlar. Musibet Üsküdar diye bir kez daha söylendim bunu okuyunca...
bunu derken, aslında Vera Tulyakova'nın Nazım'la Son Söyleşimiz'ini okuyordum. ben gerçi Nazım'ın son dönem şiiri üstünde durmak istediğim için alıp okumaya başladım kitabı. Yasakmeyve'deki yazıda da bahsetmiştim bundan (http://surmetinler.blogspot.com/2008/11/yasakmeyve-say-28-eyll-ekim-2007.html)
fakat birden insanların yaşamlarıyla ne kadar az ilgilendigimi farkettiğim için -bu kendi yaşamımdan kaçma davranışıyla örtüşüyor da olsa gerek- cahil bir merakla bakıyorum bir yandan da bu metinlere. mesela Cemal Süreya'nın hayatı hakkında sanırım en az şey bilen günümüz edebiyatçısı benim :) Hatay meyhanesine bir dönem sanki onunla da buluşuyorcasına gidip durmuş olmama rağmen üstelik. çapkın olduğunu biliyordum. ama bu çapkın sözü neye denk geliyor pek belli değildi. çapkın işte. her düğmesine dikene evlenme teklif eder dediğini biliyordum Ece Ayhan'ın. bu lafın anlamını da meğerse anlamamışım. sonradan Marco Ferreri'nin La Grande Bouffe (Blow Out, 1973) filmini seyredince ve orada kadının pantalonunun düğmesini dikeyim deyip yaptıklarını ve sonra da evlenişlerini görünce tüm lafın bu filme göndermeli bir espri olduğundan emin oldum. zaten yıllar da sanki çakışıyor. (Şimdi birden Cemal Süreya ile ilgili bir de sırrım olduğunu farkediyorum.)
Süreya'nın 13 Günün Mektupları'nı ve Feyza Perinçek'in kitabını bir dakka nasıldı bu yaşam diye okudum, şiirle ilgili bölümleri zaten tamam da aşk evlilik aile vs nasıl geçmiş...
bunun yanında anladığım kadarıyla Memet Fuat'ın kaleminden çıkmış Nazım hayat hikayesine göz attım şimdi nazimhikmet.com sitesinden. satır araları acaip. hele son yıllarını anlatırken.
Trajik birşeyler
camda bir delik var--

*Başkaları için ölen, ölmez sonsuzca /Sevdalı Bulut'tan.
bu Sonbahar filminin de dertlerinden biri değil mi? Kanlar Ülkesinde Karnaval'daki dertlerimden biri de bu değil miydi?

*Uğur beni korkutuyor. çaktırmamaya çalışıyorum ama beceremedim galiba.

*Bir gariplik de şu, annem evde hep Nazım'ın hayatından bahsederdi bana halbuki ilkgençliğimde, ben onu hiç dikkate almamış duymamışım sanki. Vera'yı parti kocasından boşandırtıp ihtiyar Nazım'la evlendirtti deyişini ve gerçek olup olmaması mühim değil, bu anlatıda bulduğu acı ve trajediyi mesela çok net hatırladım kitabı okumaya başlayınca. demek tümden de dinlememezlik etmemişim. ama bir şekilde de dinlememişim. bir yerlere mi gizlemişim içimde dışımda köşede bucakta kimbilir.

*Sar-s-mak isteyen Bach’dan bahseden Nazım –çünkü sarsmak istiyorlardı, çünkü farklı insanlardı, sarstılar...
Sarsıntı iyi geldi onlara. Sarsıntısızlık kötü. Nizami, mutluluğun resmini boşver, ölümsüzlüğün gizini çözmemize yardım et...
Sarsıntılar mıdır hayatta kalan, direnen ölüme, ölümün dayattığı duranlığa –halbuki sarsıntılar hep öldürür de bir yandan.
Sarsıntılaşarak ve ölümün yerine geçerek mi ölümsüzleşir insan –ölüm-olarak.
Ölüme karışıp kendini ayırdedilemez kılarak ve ölüm yaşadıkça böylece var olarak.

İtiraf edelim –ben de daha ilk öykülerimden birinde karşıma direk ölümsüzlüğü almıştım. Ölümlü olduğunu tespit eden her canlının böyle yapacağını iddia ederek. Sonra bunda ahlaksızlık buldum galiba, bıraktım. Sonra sonra bir baktım geçenlerde Cumhuriyet Kitap'ta Enis Batur günümüz için yazmayı ahlaksızlık, ölümsüzlük için yazmayı erdem olarak gösteriyor. Halbuki yüzyıl iki yüzyıl sonrası için ve giderek ölümsüzlük için yazmaktaki kibir utanılası geliyordu bana nicedir. İçimde böyle şeyler varsa da bunları saklıyordum. Gündelik hay huy için yazıyorum. İşte böyle demek erdemli olan seçenektir gibi gelmişti. Şimdiyse böyle masaya koyup düşününce hiçbiri inandırıcı değil, çok az düşünüp sabitlemişim bu hayati meseleyi. Bir de metinlerin kendilerini düşünmeye göre bu meseleyi düşünmeyi ahlaksızlık sayan bir yanım da var galiba. Ben romanımı sümkürüyorum, ben şiirimi savuruyorum, çekilin önümden, diyen bir yanım var besbelli...

*"ölenin ardından peki beyin enerjisi nereye gitti diye sormuş Nazım. ben de annem ölünce hissetmiştim bunu: kanser metastaz falan tamam da fikirler dünya görüşü beğeniler binlerce yorum değerlendirme duygulanım nereye gitti?
bir şair olarak bunların yokolduğuna inanmıyorum demiş Nazım.

*Bu arada fotoğraflarına bakınca Nazım'ın Bora'ya ne kadar çok benzediğini bir kez daha gördüm. Bora'nın şair olmaktan başka seçeneği yokmuş meğer !
Çerkezlik ortak paydasından mı geliyor bu benzerlik acaba...

*İngiltere'de en sevdiğim bisküviler:
Tuc (aynı Ülker Çizi)
ve McVitie's Hobnobs (Eti Yulaflı'nın bir versiyonu. biraz daha dayanıklı ve lezzetli diyebiliriz sanki. bir de üstü çikolata kaplı çeşitleri süper).
Tuc Morrisons'da indirime girmiş, her uğradığımda bir paket atıyorum sepete.

*burda kaldığım ev aslında çökmekte galiba. geçen seneden beri düzeltilemeyen kombi meselesi gene diplerde. ısınamıyoruz burda. artı bir de buzdolabı aşırı soğutmaya başladı. son kullanma tarihi yaklaşıyor indirimine girdiğini görünce aman da deyip sevdiğim cherry domateslerden almıştım, buzdolabı bunları buz-domates kılmış bir günde. sonra dışarda tuttum ama tat mat kalmamış rezil olmuşlar. sandviç içine katıp mikrodalgaya koydum daha da beter oldu. burnumdan geldi cherryler.
salatalık turşusu almıştım koca bir kavanoz, o kavanoz da buz tutmuştu ama turşuların durumu iyi, içindeki turşu suyu böyle buzlanmıştı falan çözülünce de tadı bozulmamış nedense.
gene indirimde diye Brie peynir almıştım, o da rezil oluyor, dışarda kokuyor diye buzdolabına koyuyorum donuyor dışarı alıyorum kokuyor. bir an önce bitirsem iyi olacak.
evsahibine söyledim ama ne yapar ne eder bilmiyorum, buzdolabı bomboş, diğer odalardaki kiracılar da yiyeceklerini çıkarmışlar çoktan. en son ben uyandım belli ki. bir Çinli bir de Tayvanlı öğrenci kalıyor diğer iki odada, bir oda da henüz boş. o boş odayı bir tür korsan mekana dönüştürdük, mikro squat. başka şehirlerde kalan anarşist arkadaşlar, mesela Lancaster'dan Matt veya Leicester'dan Saku veya Stirling'den Gwen ne zaman Loughborough'ya gelseler gece oradaki yatağa gizlice giriyorlar ve sabah erkenden çıkıyorlar. evsahibi de durmadan yeni yeni kiracılara gösteriyor odayı ama kimse tutmuyor. eh, kombi çalışmaz, buzdolabı çalışmazken biraz zor. (kombi için hem cumartesi hem pazar tamirci geldi. ama sanmıyorum yapabileceklerini. bozuk bu kombi. ki gene olmadı. 15 dakka yanıp sönüyor. hep böyle. Warhol'u üstüne alınmış.) bir de evarkadaşlarımın küveti büyük bir hızla saçla doldurmaları berbat meselesi var hayatımda. küvetin kenarında bir uyarı da asılı şimdi ama takan pek yok. uzun uzun simsiyah kalın saçlar. (Az kalsın kalın siyah Asyalı saçları diyordum).
acaba Nazım veya Neruda olsa bu saçlara bir methiye yazarlar mıydı?

normalde başka bir taşınacak oda aramam gerekir aslında, ama nasılsa bir iki aya kadar kaosun başkentine dönücem ve ağustos eylüle kadar buralarda yokum. ve üstelik böyle nasılsa diye diye ne zamandır burdaki kötü koşullara katlanıyorum, bir de burdan ucuza daha iyi bir yer zaten bulamazmışım gibi geliyor. bir de çok taşındım ben hayatta yeter.

gençliğinden beri babasının ona aldığı bir evde oturan bir arkadaşım geldi aklıma. acaba kıymetini biliyor mu? 15 yıldır ne çok kira ödemişimdir kimbilir. ve de kira ödemek hep en ana gider kalemlerinden biri oluyor. en ağır baskı. mortgage falan da yok hayatımızda.

*yazar anayurdunun vicdanı mıdır? mesela bugün Türkiye'nin vicdanı olan bir yazar ne söylerdi?
en son böyle ne söylenmişti?

*Esra Özyürek'in Modernlik Nostaljisi'ne başladım bir yandan. kitap çok iyi başlıyor da esas ithaf müthiş. tezlerden önce teşekkür bölümü akılda kalıyor. insanlarla bağ kurmak için bu çalışmaya giriştiğinden bahsetmesi, ABD'de aldığı esas hediyenin eşiyle tanışmak olduğunu söylemesi, annesi ve babasını daha iyi anlamak için yaptığı çalışmanın bir neticesini elimizde tuttuğumuzu söylemesi, ablam gibi güzel olmak istedim hepsi bu deyişi... bunlar herhangi bir bu kitabı şu şu ve şunların sabrına ve tarifsiz yakınlığına ve anlayışlarına borçluyum tarzı ithaflara beş basan, gerçekten çok tatlı cümlelerdi...

*porno terimlerinin tercümesi meselesi mi diye ele almak lazım bu meseleyi acaba yoksa başka şekilde mi adlandırmalı. yıllar önce Fisting'in ilginç bir çevirisine Tomris Uyar'ın çevirdiği bir Kurt Vonnegut romanında rastladığımı hatırlıyorum. Bilekleme mi demişti Uyar orda? herhalde Yumruklama demiş olsa ilginç gelmezdi. Erden'le de konuşmuştuk bunu ama gene unuttum işte.
doğrusu eğer bilekleme dediyse hiç fena bir karşılama değil. her ne kadar elin yumruk yapılmasının anlatımı mühimse de bizde bilek hareketleri diye geçen hareketlerle bir açık akrabalık da var sonuçta.
mesela bir başka kitapta da Linda Lovelace'in meşhur Deep Throat'unun Sapına Kadar diye çevrildiğini gördüm. (Bence filmin orijinal ismi en azından verilmeliydi.)
Sapına Kadar mı yoksa Köküne Kadar mı demek lazım? şöyle bir googlelayınca her iki kullanımın da Türkçe porno öykülerde veya sitelerde geçtiğini gördüm. acaba film zamanında Türkiye'de oynadı mı, ne adla oynadı?
Deep Throat'u birkaç yıl önce bir internet sitesinde bulup indirip izlemiştim. o filmlerdeki mizah öğesine artık günümüzde ihtiyaç duyulmuyor, bu konuda kesin birileri birşeyler yazmıştır. 70'lerin naifliğine dahil herhalde bu da. Masumiyet Müzesi geldi aklıma. tabii orda bahsedilemezdi bundan. ama Türk pornografisine özgü bir tutum da değil bu belli ki. Hulki Aktunç'un bir kitabı vardı, neydi, Erotologya. orada sanki bir dünya pornografileri karşılaştırması vardı. Ovidie'nin Türkçede de bir kitabı çıktı, Oyuncu Olarak Beden, Ovidie orada pornografi ile ilgili hemen bütün genellemelerin sadece kötü pornografiyi bağladığını söylüyordu şikayetle.
pornografi ile erotizmin arasındaki ayrımın altını kalın kalın çizenlere hep kuşkuyla bakmışımdır. biraz Cemil Schick bir kuşku. Savaş'ın çevirisiyle...
bir diğer terim karmaşası da BDSM için kullanıldığını gene bir kitapta gördüğüm KDSM! sanki Kamu Daireleri Sado Mazoşistleri gibi geliyor kulağa di mi? :)
şöyleymiş: Kölelik, Disiplin, Sadizm, Mazoşizm kısaltması.
Bondage halbuki kölelikten ayrı, kölelik ayrıca kullanılan bir terim. (bir de muti var ki ortadaki S'nin ikinci içeriği olabilir.)
documenta 12 sırasında Brian Holmes ile birlikte bir Documenta metaforları konuşması yapmıştık. orada Brian "bondage" metaforunu mesela seçmişti.
sitesine de koymuş: http://brianholmes.wordpress.com/2007/07/08/documetaphors/

Abu Ghraib ve pornografi vs üzerinden giden doğu-batı uygarlık temalı yazımı bir kez daha ele alıp tazelesem ve yeni bir güncel formata soksam mı acaba? orada önemli bir tema vardı tekrar işlenesi elden geçirilesi sanki.
Ölmekte Olanın Yüzüne Bakarken yazımı da yeniden ele almak istiyorum. Üçüncü anarşist canlanma'yı da. böyle hep eski yazılarını tekrar tekrar yazan bir derviş mi olsam. karanlık bir köşede....

Tomris Uyar hakkında da bir sırrım varmış meğer.

13 Ocak 2009 Salı

feminist ve anarko feminist ve hakim kadınlar

neden feminist kadınlar solcu anarşist erkekdeğil sosyalist vs belledikleri erkeklerden daha kolay kazık yiyor daha kolay söylemleri referans alıyor da kadın hakimler hiç kül yutmuyor?
bu soruyla karşılaştım.
cevap nedir?
ilk akla gelen cevap hakimlik yapan kadınların en kaba erkek şiddetlerine ve dalaverelerine çok yakın bir yaşam sürmek sayesinde sürekli alarm halinde olmaları olabilir. modern feminist anarko feminist kadınsa unutuyor bu zemini, sonra iyice içine girene kadar da farketmeyebiliyor hançer(kurtlar vadisi ırak metaforunu kullanacak olursak:).
olduğunda veya farkettiğinde de ya o kişiyi istisnadan sayıyor ya hasta manyak falan sayıyor veya çok sevdiği için delirdiğini düşünüyor ya da kötü geçmiş çocukluğuna sevilmemişliğine falan bağlıyor. veya teorik cephanesi güçlü erkeğin meşrulaştırmalarına teslim oluyor.
halbuki hakim kadın açısından bakarsak ilginç birşey yok, bunlar kuşaklardır süregelen sistematik erkek davranışları, böyle hasta hasta hareketler yapıp kadınları ezmeye kalkmak için hasta olmak gerekmiyor, aksine normal olmak gerekiyor. modern kadın anarşist/sosyalist/entelektüel vs kimlikle bir çelişki gördüğünde söyleme değer verme eğilimi duyuyor ve standart erkek kötülüklerini maçoluklarını vs bir sapma sayıyor. öte yandan kadın hakim adamın zaten eylediğinden farklı bir söylemle gelmesini bekliyor, söylemleri dahi sapma saymıyor, meşrulaştırma girişimlerinin kataloğu var onda, sıradan ihram muamelesi yapıyor -ister sol ister feodal olsun hac aynı hac yolculuğu aynı yerden gelip aynı yere gidiyor.
ve de söze değil eyleme bakmak dendiğinde sokaktaki eyleme bakmıyor evdeki eyleme bakıyor.
ev içi gerçeği denilen gerçeği esas alıyor -diğeri ise sahneyi, kamusal olanı.
antropolojik diyebileceğimiz araştırmalara girişenler tabii bundan muaf -herhalde yukarıdaki soruda da onlar kastedilmiyor olmalı.
bülent'in kadına yönelik şiddetle ilgili çalışmaları geldi aklıma şimdi. keşke yayınlanabilseydi onlar...

iki gecikmiş okuma

Baba ve Piç'i yeni okudum ve de Kurtlar Vadisi Irak'ı yeni seyrettim.
Kurtlar Vadisi Irak beni sinir etmişti Slovenya'da çünkü bir baktım herkes ondan bahsediyor, Slovenler değil sırf Hintli bir yazar Hindistanda kopyalarının her yerde olduğunu söylüyor, Kazak kız kazakistanda da aynı şeyin sürdüğünü anlatıyor. hepsi solcu bu gençler filmden büyük keyif almışlar. hatta ben türkiyeden gelen bir anarşististim diye hemen bana kurtlar vadisi ırak cdlerini gösteren oldu, hani sanki ben sevinç nidası atacakmışım gibi. kardeşim bunlar faşistin önde gideni bir dizi çekerek bugünlere geldiler orada da aynı zihniyetin uzantıları vardır seyretmediysem de nooluyor size demiş durmuştum. onlar da bana aksiyon filminde amerikalılar kötü adam olmuş, müslümanlar onları avlıyor, süper birşey falan diyorlardı.
bir antiemperyalist hava yayıyor gibi bahsediyorlardı filmden gıcık oluyordum ben de nasıl anlatsam diye, sonra vazgeçip konuyu değiştirdim, zaten diziyi sadece bir bölüm seyretmişim, orda da full anti-kürt propaganda dışında birşey görmedim, o diziden çık iki Kürt linç et mesajı hakim gibi geldi, diğer bölümlerini de Kürşaddan dinlemiştim.
şimdi seyrettim filmi birden. bütün aksiyon sahnelerinin çok kötü olmasını ve cüneyt arkından geriye düşmüş olduğumuzu üzülerek gördüm milliyetçi aksiyon filmi estetiğinde. cüneyt arkın derdi o dövüş sahneleri benim eserim herkes yapamaz diye de inanmazdım. şimdi kesinkes inanıyorum. (zaten cüneyt arkının 50 kişiyi dövme sahneleri clint eastwoodun bazı filmlerindekilerden de iyi bence) çuval geçirme sahnelerinin canlandırmaları, Abu Garip sahnelerinin canlandırmaları, yerel ve küresel iki kritik imgenin belgesel tadından çıkıp aksiyon filmine girmesi herhalde en hatırlanası nitelikleri olacak filmin. birileri ilerde anarsa. şeyh propagandaları, türklük propogandaları, türkün yenilmez armada niteliği vs dışında beni asıl şaşırtan şu oldu -bu kendi mitolojimizi yazdığımız filmde dahi tam bir zafer duygusuyla sona ulaşamadık. çok da hatırlamıyorum, rambolar böyle mi bitiyordu, sonunda rambo gözyaşları içinde annabel lee'sine mi ağlar. baş kötüye hançeri saplama işi de gene baş iyi erkeke kaldı kadın yapamadı bunu, biraz vampir öldürme sahnelerine de benzetmişler galiba bilerek. kötü adamı-düşman imgesini hançerledik -ama hala kadınımızın öldürülmüş olması/çuvalın geçirilmiş olması gerçeği acısı duruyor mesajı mı acaba nedir.
şimdi 4-5 sene de geçti, bu adamlara kalmadı mesele, yeni sinemacılar da geldi, yeni bir Irak filmi çekilse keşke, bu kez gerçekten soldan. fantastik de olabilir hafif. hindistanda korsan kopyaları dolaşıma girmezse başarısız sayılacak bir film olsun...

*bir de Baba ve Piç'i yeni okudum. o da biraz şaşırttı beni. hani böyle blog arasında söylüyorum dışarda söylenmez ama sanki kitabı elif şafak değil de kemalist bir yazar yazsaydı, aynı kitabı, kemalist tezlerin sofistike bir savunusu diye de okunabilirdi. neden bu kitaba dava açılmış ki oluyor insan okurken. bir kere yurtdışındaki ermeniler hep obsesif, ama full obsesif çiziliyor, eyvallah, fakat türkiyedeki türklerin de full obsesif olduğu bir konu bu gerçekte. ben okumadan sanıyordum ki Ararat filmi gibi iki tarafı da memnun etmeye çalışırken kötü bir sanat eseri ortaya koyan ve hiçbir tarafı memnun edemeyen bir girişimdir bu. fakat okuyunca görüyorum ki sadece türk tarafının kaygıları gözetilmiş. türk tarafına basıyor terazi epey. ama bu konuların anılması bile onu ermeni tezlerine bitiştiriyor diye düşünenler de vardır tabii memlekette. ayrıca kitapta karşımıza bir türk türk aile de çıkmıyor. türk ailesi gibi olan istisnai aile de 'ermeni dölü' olarak karşımıza çıkıyor, hatta bunu milliyetçi bir yazar yazmış olsa bakın sapık ermeniler kardeşlerine tecavüz ediyor mesajı vermeye çalışıyor derdim içimden. normalde türkiyede böyle bir amerikan ermenisi olarak dolaşmaya kalksa bir kızın uğrayacağı türlü aşağılama biçimlerinin sadece bir tanesi o da sanırım kurtlar vadisi yönetmeninin allegorisi olan karakterden geliyor ve konuşur konuşmaz dövülüyor diğer demokrat türklerce.
detaylarda falan hep terazi dengesiz geldi bana. ama ben biraz önce dememiş miydim terazi derdi eseri bozar diye. belki de o yüzden fena kitap değil.
ayrıca ben esas Siyah Süt yüzünden okudum Baba ve Piç'i. kendim de baba olucam ya. öteyi beriyi omuzluyorum. Siyah Süt'ün hamilelik dönemlerini anlatan bölümleri daha çok hitap eti bana tabii. ayrıca postnatal depresyona değinmiş olması cepheden de çok önemli kesinlikle. kadının kariyerim mi çocuk yapmak mı git geli kitabın ana gövdesini oluşturmuş. önemli bir konu elbet. ama işte ben haftaları saydığım için her gün böyle 18. hafta falan denen bölümleri daha bir pır pır daha bir merakla okuyorum.
o bölümlerin bir benzerini yazmak da geçti içimden baba adayı olarak sonra vazgeçtim, herşeyi de kendimize yontmayalım falan gibi hissettim bilmiyorum ya da emin değilim şu anda.
her zamanki gibi, bütünüyle kuşkudayız.
baba adayı için kullanılan şu ifade süper -baba olma beklentisi içindeki baba/expectant father
daha baba olmayı beklerken baba olmaya başlıyorsun, ama baba olma beklentisi içinde babasın o süreçte. sonra çocuk doğunca ve eline alınca "baba baba" oluyorsun, baba olmuş baba.
-nasıl bir his baba olmak, olacak olmak?
-oğul olmaktan çıkmak gibi...

12 Ocak 2009 Pazartesi

Öyle Bir Blog

Öyle Bir Blog
Öyle Bir Hikaye -Sait Faik
Öyle Bir Hikaye -Hepimiz Gogol'un Palto'sundan Çıktık

en önemli şeyi en sessizlikle söylemek

en önemli şeyi en sessizlikle söylemek
goruyorum ki bu blogla da yapılabiliyormuş...

*Çekirdeksiz sanat dergisinden aldım Simurg'dan gelmeden. Özcan alper söyleşisi okuyayım diye. meselesi olan sanat yapıyım olsun bitsin demiş sürekli. ben aynı vurguyu yapmak üzere hep "derdi olan" derim. dert mi/mesele mi...
Simurg'u özlemişim. Pandora'nın karşısına açılan Pandora Afrika'yı da ilk kez bu gidişte gördüm. (yanlış hatırlamıyorum di mi, orada eskiden bir afrika barı vardı...pek güzel dansedilen.)
bir çocuk, büyüyünce ne olacaksın?
-çekirdeksiz karpuz olucam!

*Gaziosmanpaşa'ya ben daha önce Atlas dergisi için gitmiştim. ama o zaman da bir garip rastlantı duygusu ile gittim. çünkü ben vakti zamanında Baudrillard'ın Amerika'sını okurken, buradaki metin-hareket mekan-okuma akış-geçme vs tutumlarıyla Gazi Mahallesi'nin kitabını yazsam diye hayal kurmuştum. Amerika'nın politik versiyonu -bu anlamda tanınmayacak bir hale gelmiş hali. sonra bu hayali gerçekleştiremedim, araya birşeyler girdi, Cevat Çapan'ın dediğini Bora'yla hep hatırladığımız gibi, ("araya her zaman birşeyler girer/Bazen kendi sevincinin kanat gölgesi...) derken Atlas'ın özel İstanbul ekine Gazi'yi yazma fırsatı doğmasın mı? Atlas okurunu da gözeterek daha yaygın bir zemine yedirmeye çalıştığım o yazıyı yazdıktan sonra, olmadı, Amerika Mahallesi için başka bir ritmle girmem lazım sokaklara diye düşünmüştüm ve sonra gene araya birşeyler girmişti. (O Atlas yazısını da yazılar bloguna koysam mı acaba)
üçüncü ziyaret ise en özeli oldu...(görüyorsunuz Amerika kitabını okumamı ilk ziyaret sayıyorum)

*Türkiye'deki anarşistlerin de maçoluklarından erkekegemenliklerinden şikayet geldi geçen gün. vaziyetin korkunçluğunu az çok biliyorum. bilebildiğimden de fazlasıdır kesin. ama bunu anarşizme bağlama eğilimini hemen o anda reddettim -birincisi bu iş bir ülkedeki/bölgedeki siyaset kültürünü yansıtır. Türkiye'deki siyaset kültürü her neyse (ve giderek kültür) onun içindeki her şey de tonunu alıyor elbet. bunda garipsenecek birşey göremiyorum. Başka bir yerde de gender meseleleri farklı yerleşmiştir kültüre, oradaki ortodoks marksist bile bizim anarşistten daha erkekdeğilizdir. İkincisi, şunu da teslim edelim, Türkiye anarşizmi en başından beri Türkiye solunu gender meselelerinde esnetme işlevini aksatmıyor. bunu bir görev edinmiş durumda. özneler haliyle aksıyordur belki yer yer yalanlıyordur o ayrı bir araştırma konusu, ama toplam etkinin epey bir çekiştirme epey bir esnetme, erk dağıtma rolü oynadığını akılda tutmak gerek. ben bu anlamda türkiyedeki anarşist birikimle "gurur duyabileceğimizi" düşünüyorum. bir etki kesinlikle yapılmıştır bu meselede. oldu bitti mi demeyin zaten hiçbir şey olup bitmez, bu alandaysa daha da müşkül herşey.

Bugunku Guardian'da başhaber otizmin ana karnında teşhisinin mümkün olabileceğine dair yeni bir araştırmaya adanmıştı. eğer otizm de down sendromu gibi anakarnında tespit edilebilir olursa neler olacak bu tartışılıyordu. makale anakarnındayken testesteron oranı yüksek olan erkek çocukların otizm eğilimi arasında yüksek oranda bağlantı olduğu iddiasına dayanıyormuş. çocuğunuzun otistik olduğunu öğrenseniz aldırır mısınız sorusu da haberin çerçevesinde gezinmekte.
ultrasonların başında titreyerek yeni beklemiş biri olarak ne desem nasıl okusam hiç bilemiyorum böyle şeyleri. pek düşünerek değil de salt duyguyla okumaya öyle çok eğilim duyuyorsunuz ki böyle durumlarda...

*balayında Piyerloti -teleferikli bir türk filmi, büyük boy bir türkan şoray albümünü kıvançla koltuğunun altında taşıyan bir adam, eyüp, bir cenaze bir düğün ve bir de balayı, havaifişeklerin yerini almış kırlangıçlar, formlar, türlü balkonlarda türlü avlularda ve dahi kentlerde yalınayak dolunay, ancak zıplayarak söylenebilen bir fikir.

Süper'de oturdum, Nevizade'de oturdum, Nevizade'den geçtim, Lades'te tavuk yedim, Simurg'tan dergi aldım, Piyerlotiden teleferiğe bindim, kahve falına baktırdım, gaziosmanpaşada fotokopi çektirdim, McDonaldsta verilmiş bir randevuyu beklerken çocuk menüsünden patatesler yedim, şehrin türlü nüfus müdürlüklerini ziyaret ettim (e-nüfus işi acaip ilerlemiş bu arada, her bir işlem bir saniye sürüyor), üsküdarda sosisli ve hamburger yemekle kalmadım güllüoğlunda da oturdum bir porsiyon baklavayı bölüştüm, paşakapısından alınmış çantada saklanmış bir simit güllüoğlunda üst katta otururken baklavaya eklendi, üsküdarın simidini hiç beğenmedim taksim meydanından aldığım simit güzel çıktı, yeni yıla taksimden kalkıp kadıköye giden bir sarı dolmuşta şöförle başbaşa girdim, dönüp 12 oldu dedi bana, evet dedim, ve şerefe dedim hayali bir kadehi kaldırarak, mutlu yıllarlaştık, mecidiyeköye kadar da başbaşa gittik, ikide bir taksilere otobüslere metrolara fünikülerlere denizotobüslerine bindim, şehrin içinde deli danalar gibi dört döndüğümü düşündüğüm anlar çok oldu, üstelik gitmek istediğim yerlere sanki gidemedim görmek istediğim insanları da hep göremedim, bir sürü şey bahara kaldı, hiç metrobüse binemedim ve gariptir vapur da kısmet olmadı, Fatihten Cumhuriyet Bahçeşehir'den Birgün Şişli'den Sabah Taksim'den Radikal Kadıköy'den Taraf aldım, rastlantı o ki Haliçte bir balık lokantasına gittim yıllar sonra, daha önce de gene bir dergi yemeği idi, yoksa kendi başıma veya arkadaşlarla hiç gittiğimizi hatırlamıyorum, adı Valentino olan bir berber buldum, akşamdan kalma uyanıp da kol böreği yemek nasip oldu, Spivak'ı ilk kez gördüm dinledim, Bhabba'yı hala görmedim, Erden bir keresinde ses kaydını dinletmişti, teyze yapımı kokoreç yedim ve de yılbaşında termosifonlu hindi, rastlantı o ki güney afrikadan gelen Nedimle gümrükten getirdiğim Güney Afrika şarabını içtik, hiç fena değil, halbuki Avustralya şarapları hep kötü çıkıyor, malatya'dan gelmiş Cezeryeleri sevdim, Eyüp'te çok tuhaf bir tip gördüm, Neval caminin tuvaletindeyken, Fulya'yı hatırlattı bana bir de Eyüp hep, kimseye söylemedim, Sabri'ye söylemediğim bir rüyada görmüştüm Fulya'yı, o rüyayı da hatırladım hayal meyal, bir akşam mistik bir an yaşadım biraz önce dedim sonra tam olarak ne yaşadığımı söylemedim, vurdulu kırdılı rüyalar da açık saçık rüyalar da gördüm, Eyüp'te sakallı aksi suratlı bir taksi şöförü biz taksi tutmaya çalışırken önümüzde taksisinden inip camiye girdi, sonra buraya Loughborough'ya geldiğimde hadi ulan yürümeyeyim bu sefer istasyondan bavul da var atlıyım bir taksiye 5 pound yazacak nasılsa diyip bir taksiye atladım ve ah, Eyüp'teki o şeriat sakallı adam, biraz pakistan havası katmış kendine sadece, ingilterede hüngürdeyerek seyrettiğim Bend it Like Beckham komedisini istanbulda bu kez de TRT'den gözyaşları içinde seyrettim, birşeyler başaran çocuklara dahil birşey oldu mu annesi bakıp nasıl da duygulanıyordur diye düşünüp duygulanıyorum kesin komik komik, ama bu sadece bend it Like beckham tarzı sportif ve başarıya giden şeylerde değil, Jean D'arc'ta da aynı şey oluyor, bu arada tarihi Jean d'arc youtube'da varmış komple, sonra Beyoğlu'nda gene garip rastlantılar ve arka arkaya gelmeler sonucu iki kere Araf'a gittim, biri çok özeldi diğeri daha özeldi, Fatih'te kağıtlarımı karıştırırken 90'ların başlarında yazdığım deneysel şiirlerimi bulup çıkarttım, ne yapıcam onlarla bilemedim, daktiloyla yazılmış, suluboyayla boyanmış şiirler, alıp Bülent'e verdim üsküdar dönüşü yeldeğirmeninde, umarım kaybetmez, Selimiyeden Çiçekçi'den de geçtim, Kadıköy'de Psikopat denilen tosttan aradım Bülent hiç tatmamış ama bulamadık gene Ayvalık tostu yedik, Mustafa filminin korsanını al da gitmeden göriyim yoksa göremiycem dedim Pınar'a ama alamadan günler bitti, az da olsa televizyon seyrettim, Çağlar'ın bilgisayarında Fifa 2009 oynadım hipnotize olmuş gibi, Yunanistan'daki anarşist ayaklanma özel hayatımdaki dalgalanmaların ortasında ansızın bitti, bir sürü metin okudum heyecanla dolaştım günlerce yazılar yazmaya başladıkça hayatımda birşey oldu devam edemedim, bir kitap yazıp kapatırsın hesabı dediler, 21. yüzyılın bu ilk anarşist isyanı üzerine bir dolu not aldım yine de geceleri kaloriferler kapandıktan sonra, bir sürü üşüdüm İstanbul'da, hani İstanbul sıcak olacaktı, bir saatliğine de olsa Özgün'de bile oturdum, cumartesi gecesiydi, korsan düğünden hemen önce, yalnız yemek söylemeniz lazım falan dediler bana, unutmuşum gibi davrandım saçma bir şekilde bu adetleri, geveledim birşeyler, dert etme aslanım için rahat olsun deseydim keşke, neyse yedik bir hamsi bir paçanga bir tavuk şiş Yaşarlarla, İmroz'da sanki ilk kez oturdum, doğru olamaz bu değil mi, olamaz herhalde, galiba dışardaki masalarda daha önce oturmuştum da içeriye ilk kez girdim, onu yaptım bunu yaptım demeye başlamadan önce aklımda daha çok yapamadıklarım ve eksik kalanlar vardı iyi ki bu listeye başladım, Migrostan Dolce Vita diye ucuz ve idare eder bir şarap buldum Tellibağ zulmüne son dedim ama meğer Tellibağ 5 iken Dolce Vita 7.5 papelmiş, Çağlarla Fındıkzadede Güzel Marmara yetmez diyerek Uygar Marmara içtiğimiz günleri hatırladım hep beyaz, ekşi portakallar yumuşak ayvalar çıktı karşıma İstanbul'da, en çok Okmeydanı'nda trafiğe takıldım, yılbaşında hediyeler aldım ve de nereden Cevahir alışveriş merkezinden, Cevahirle ilgili ilginç birşey söyleyeyim mi, orada sinemaya gittim demişken, yani benim için ilginç, orası daha inşaat halindeyken, ama inşat da denemez, oyuk büyük bir çamur deryası iken, ben orada hayatımdaki ilk filmimi çekmeye çalışmıştım, allahbilir 1990 falandı, veya 1991, çamurların arasında geçen deneysel bir çalışma, sonra yıllar sonra o yılları 90ları anlatan filmi cevahirde seyretmekle kalmadım cevahirin çıkışındaki sigara içilebilen tek kafe olarak bilinen merdivenaltı manzaralı olduğu için merdivenaltı kafesi diye geçen yerde Pınar'la konuşurken Köprüaltı'nın Köprüaltı olduğu zamanlarda yaşamış kimi köprüaltı kahramanlarını andık ve de ağzımızdan "hayatla deney yapan hayatlar/deneysel hayatlar" lafı çıktı, tamamlanamamış çamurlar içinde deneysel filmlerin koşturmasını yaptığım tam aynı noktalarda, bu merdivenaltı kafesindeki alem bir durumu da geçerken not edelim, nargile Cafe falan ışıklarla yazılı bu mekanda kavunludan narlıya elli tür aromalı nargile var, biz sade hiçbirşeysiz nargile alabilir miyiz deyince şok oldular, yok öyle birşey falan dediler iyi mi, halbuki ben cağaloğlu'nda rahmi ile gittiğimiz o yerde, neydi adı, hay allah, medrese diyesim geliyor, çemberlitaştaki o yerin adı neydi, istanbul üniversitelliler hep ordadır, neyse orda ben sadece elma aromalı bilirdim, şimdiyse aromasız nargile içeni dövüyorlar, veya cevahirde böyle bir tek, bilemiycem, ayrıldıktan sonra hayatı sevgilisine zindan eden erkek hikayeleri dinledim yine, ne çok var bunlardan, ayrılma sonrası terörü bayaa yaygın ve ciddi birşey, fatih'te Fanon kitaplarımı aradım evde, hepsini bulamadım kitaplık karman çorman olmuş, en garibi de kendi çevirdiğim Fanon biyografisini bulamadım, editörünce katledilen edisyon, onu yeniden basacak bir yayınevi de çıkmadı halbuki yazarı telif de istemiyor, akbilimi doldurup durdum ama elbil'in ne olduğunu anlamadım, şunu keşfettim taksimdeki metro istasyonunda aşağıda durup birini beklersen ve ikide bir cep telefonunu açıp çekiyor mu diye kontrol edersen ve de hep çekiyormuş gibi gözükürse sakın inanma! çekmiyor. eski telsim yeni vodafon hesabımı kapattım sonunda. taksimde tümden ümitsiz gözüken bir adamdan piyango bileti aldım. ideal piyango satışı buymuş gibi geldi -ümitsizliği cisimleştiren bir adam, isteksizce yarın çekiliyor demekte, biletin üstünde de aynı ümitsizliği beslemek üzere "gerçek ödül yaşamdır" yazıyordu, esas ikramiye çıktı bile, bak işte kendine ve bileti aldığın adama, işte sana iki talihli! numaram da süperdi, hala aklımda, 0 444 881. bir call center numarası gibi, acil yardım hattı, yaşam ikramiyesi telefon hattı. kimdi o eski şair, tanrı ile telefon konuşmalarını anlatan, tanrı ile görüşme demişken, Salman Rushdie'nin yeni kitabı çıkmış, half price, uykum olmasına rağmen yazıp duruyorum, halbuki erken yatıp sabah dinç kalkıp çalışmaya başlayacaktım, ben böyle bir sözün örtülmesi havasında blog yazadurayım meğer günümüzün en popüler bloğu şuymuş: bir coyote'nin evde büyütülmesinin kroniği...

9 Ocak 2009 Cuma

üsküdar aleyhine bir şiir yazacağım

üsküdarı hiç sevemedim sevmedim. adliyeler semti. hele bundan sonra benim için bütün üsküdar şantiyeler arasından kafasını çıkarıp bağıran mübaşirler, vinçlerle gezen hakimler demek olacak...
ogün samast bereli tiplerin böyle yoğun olduğu bir mahalle daha var mı şehirde acaba.
salyangoz satılmayan mahallelerin en yaka silkilesilerinden biri.
ortadaki çeşme de muhtemelen cellat çeşmesi.
üsküdar aleyhine bir şiir yazacağım, bu böyle kalmaz, burada bitmez.

daha önce bir yazımda şöyle laflar etmişim:
"Ali Asker Barut’un yıllar önce (baktım, 1994’müş) Üsküdar şehrinin merkezini anlatır gibi keyifle anlattığı “Aşağı Üsküdar” adlı kitabı geldi aklıma. Barut da Üsküdar şiirlerini Almanya’dan yazmıştı. Üsküdar, uzaklaştıkça mı güzel ne?... Ben Üsküdar’da tek birşeyi sevebildim: motorla Beşiktaş’a geçmeyi! Ki Beşiktaş da ancak geçerken iyidir..."

gene motorla beşiktaştan indim sonra motorla kabataşa geçtim. üsküdar meydanı değil sosisli artı hamburger meydanı, üsküdar artı açık ayran.
evet acısını tam tatmak için mi ne, yedim de sosislilerinden hamburgerlerinden bu süreçte...
hamburgerler gerçekten akılalmaz kötüydü...

hadi çıkalım bakalım evden. şimdi eski gözağrıma, Gaziosmanpaşa'ya gidiyorum...

sonbahar'a ek

özcan alper ile expresste uzunca bir söyleşi yapılmış. belki onu okuyup tekrar düşünmek gerek, henüz söyleşiyi görmedim, Pınar'dan alıcam fırsat olursa gitmeden.
buz pateni görüntülerine kayış sahnesi tekrar aklıma takıldı. zamansızlığın da önemli bir anı o. birden zamanlar arası hareket ederken yusuf kendi çocukluğu lehine bir çocuğu üzüyor ama aslında ne kadar farkında bunun o da belli değil. gidip geliyor gibi çevreyle ilişkisi.
sorulardan biri şu olabilir: bir anlam arayışı var mı? son günlerinde -yaşamın anlamı/yaşamımın...
kopuk kopukluk mu esas yoksa -bir imge arayışı onun yerine: yaylada bir akşam imgesi, odasında idealist genç imgesi, buz pateni seyreden çocuk imgesi, etrafta dolaşıp rutinleriyle hayatı ayakta tutan anne imgesi, bunlar hep şeylerin yolunda gittiği, dışardan gelen güçlerce yeniden düzenlenmediği günlerin imgeleri. bunları toplamaya -yer yer yapmaya- çalışıyor gibi. öte yandan uykularda kabuslarda öksürmelerde hep baskının devletin sistemin dış güçlerin imgeleri taşınıyor. hatta kasabaya karşı gelme anlarında dahi bir gençlikteki herşeyin kendi kontorlünde olduğu günlere özlem tespit edilebilir -cenaze kafilesini bırakıp ters yöne indiği sahne, lokallerle beraber minibüs bekleyip turizmden konuşamadığı sahne, fahişeyle ilişkisiz seksi reddettiği sahne. orada fahişeyle ilişkisiz seksten çok mikhaili ve tüm diğerlerini red -veya onları içine çeken yaşama kültürünü red var.
temeldeki görece basit espri; yani biri sosyalizmden gelirken dağılmış diğeri sosyalizme giderken dağılmış iki öğenin birleşmesi esprisi, zamansızlık çerçevesinde düşünülünce daha komplike geliyor insana. kimin hangi zamanda olduğu belli değilden öte her ikisi de gözlemci gibi. ve hangi yöne akarken gözlem yaptıkları pek belli değil, hatta gözlem gerçekten yapabiliyorlar mı yoksa sadece diğer gözlemcileri mi görüyorlar?

nedir, bir politik psikoloji tiplemesine giriş var burada. özgüvenin gördüğü aval aval idealizmde tıkanma eleştirisi bunu kaçırıyor.
ama başkaları nasıl okudu, sağda solda birşeylere rastlasam keşke filmle ilgili...

7 Ocak 2009 Çarşamba

sonbahar

kuzen Pınar'la Sonbahar filmine gittik geçen gün. Pıda sağolsun yoksa ben kaçırırdım. halbuki asla kaçırmamam gereken bir hareketlenmeymiş bu.
ayrıca bir 19 Aralık filmi izlemek de yeni bir duyguydu benim için. bilmiyorum filmin böyle adlandırılması doğru mu ama ben o duyguyla seyrettim.
bugün Bülent'le konuşuyorduk, filmi sevip sevmediğimi sordu. kaçamak yanıt verdim, ısrarla gene yani sevdin mi sevmedin mi dedi, bu kez de Pınar sevdi falan dedim :)
biraz önce de mutfakta düşünüyordum, neden böyle yaptım. sanırım sebep şu: 'kalleş' bir yerden bakmadığı sürece bir 19 Aralık filmine sevmedim diyemem rahat rahat. ama sevdim demek de dondurucu gelmiş olmalı.
şimdi bütün bu düşünceleri arkaya atıp duygumu yakalamaya çalışmak için de çok geç.
Pınar sonra fatih özgüven yorumunu fwdladı bana. bizim hissettiğimizin nasıl da tam tersi değil mi gibilerden.
özgüven biraz fazla net dışlamış filmi. filmdeki delikanlının canlılığını. ortaklıkları gönderme diye değil kılıksız bindirmeler diye okumuş. kahramanı dava adamının davasız anlatımı gibi görmüş.
oralardan bir eleştiri geliştirilebileceği doğru geldi bana da. ama öte yandan özgüvenin tümden ihmal ettiği ve çok önemli başka şeyler var.
bir 19 Aralık filmi aynı zamanda 90'ların devrimci gençliğinin filmidir. ben de bugünlerde 90'lar radikalizmine değen bir roman üzerine çalıştığımdan (daha doğrusu kafamda döndürüp durduğumdan romanı) ayrıca ilgimi çekiyor. gerçi ben zaten hep ya 80ler ya 90lar üzerine çalışıyorum. Hepimiz Gogol'un Palto'sundan Çıktık 80'ler, Kanlar Ülkesinde Karnaval ikisi birden gibi ama daha çok 90'lar. Kanlar Ülkesinde Karnaval ölüm oruçlarının da içinden geçiyordu ve şimdiki derdim de gene geçiyor.
Yusuf 90larda içeri girmiş. 90lar radikalizminin bir parçası.
Pınar Yusufla kendisini karşılaştırırken tamam onda korsakoff yok o yüzden halüsinasyonlar falan yok dedi. haklı.
buna karşın zamansızlığı yakalamasını övdü filmin -naapıcaksın sorusuna sadece bir kulak çınlamasının yanıt verebilmesi durumu.
şimdi ne yapacaksın?
Yusuf ölüm için döndüğünde kimi dönüştürdü -Elka'yı.
bir kararsız öğe gelip bir başka kararsız öğeye çarpınca onda dönüşüme yol açabildi.
Mikhail çok kararlı bir öğeydi. o sadece hafif sarsıldı, küçük bir sorgulama ferahlama iç dökme yadsıma anı yaşadı sonra devam etti.
annesine açıklanmayan acılar kaldı yine.
açıklamalar Elka'ya yapıldı en çok.
konuşamama -dil yoksunluğu /anne de çok kararlı bir öğe. annenin rutinleri birer parçaları birleştir gücünde, duvar gibi örüyorlardı her sabahı akşamı, ağ geriyorlar. rutinlere sızmak zor. orada bunlar ritüele de kaymış kısmen.
bu Teorema gibi bir film olsaydı yusuf yaylada Mikhaille yatardı, sonra mikhail karısından ayrılıp yeni bir hayata başlardı, sözgelimi. ama Sonbahar o tarz bir makale-film, o tarz bir şiir-film değil -daha olağan içinden düşmeden geçmeye çalışıyor. bunu da yapıyor. düşmeden geçiyor karşıya.
cevahir alışveriş merkezinde bu filmi seyretmemizi eskiden olsa tuhaf bulurdum/k. şimdi akışların birbirine girdiği kentin doğal ve aynı zamanda imkanlı bir hali gibi geliyor. salondaki izleyicileri ayırt etmek zordu -tek tek gelmiş teyzelere kadar...
en sonunda, annesi bir daha çal yusuf dediğinde ağlamaya başlamıştım ki film bitti. meğer final çemberiymiş o.
ben kendi kendime çeşitlemeler hayal ederek anıyorum filmi -mesela Yusufun ölmeye gitmesi ve odasında kendi gençliğinin dondurulmuş mumyalanmış posterlerde aynaya bakar gibi görünen halini bulduğu versiyona alternatif olarak gençliğiyle bir çatışmaya girdiği bir karşılaşma. o odada. dışarı çıkmadan. nesnelerin bulaştığı.
annesiyle bitimsiz diyaloglara girdiği bir versiyon. hiç susmadığı. altyazıların dolup taştığı. ve o sırada telefonda kalmayıp kız kardeşin ve eniştenin geldiği. hep birlikte yemek yenen ve çok konuşulan -ve babanın pozisyonu hakkında farklı farklı spekülasyonlar. sonra mikhail de geliyor ve daha yeni yusufla yatmış ve karısından ayrılmak üzere, o da çok konuşkan -tüm sözlerin üstünü örten gündelik hayat perdesi silkeleniyor.
Sonbahar bu etkiyi başka yerden zaten yapıyor hoş -ben sadece daha çok konuşma ve iç içe geçirme karşılaştırma seviyorum galiba.
buz patenine kayış -kayan patencileri seyrederken/ ve bir çocuğu üzmek bir çocukluğun lehine.
saat 3 oldu hafiften uykum geldi gibi atlasam mı bu fırsatın üstüne -fırsatçı uykucu, uyku fırsatçılığıyla.

Fırtına ve Gitmek'i de seyretmem lazım. Sonbahar hakkında daha düşünücem. ama pz.tesi ingiltereye dönüyorum nasıl olacak bilmiyorum. sanırım çok zor. fırtına zaten pek bir yerde oynamıyor artık.

Eker ayran almıştı Neval bana. ondan içiyim burayı bırakıp diye geçiyor aklımdan. özlüyorum sonra ayranı çok.

bir soru: 10 yıl kalmak üzere cezaevine gireceğinizi bilseniz istanbuldaki son gününüzde ne yaparsınız?

vecdi'in edip canseverle 'dövüş' anısını hatırladım bak şimdi. yasakmeyvede okumuştum ama hangi sayı hatırlamıyorum. son sayılardan birinde.

vecdi orada edepli, hiç tartışmıyor, ama canseverin 12 eylülün hemen ertesinde hangi birikmişliği hangi sessizliğe boca ettiği de gözden kaçmıyor...

öyle bir blogda ilk gece

uyuyamadığım bir gece. boşanma işlemlerinin son cep cepleri bugün olduğundan besbelli. ne yapsam ne yapsam, derken blog yapıyım haydi dedim, vardı böyle bir fikir aklımda zaten, işte zamanı.
blog bir tür günlük değil mi?
ama baştan okuyucusu olan (olabilecek olan) günlük.
günlüğümü nasıl okursun! kavgası yok.
aslında iyi bir blog okuyucusu değilim. kafamdaki blog fikrine, imgesine istinaden girişiyorum bu işe. belki de hemen bırakırım.
daha önce blog formunu metin depolamak için kullandım sadece. birgun yazilarimi topladığım bir blog yapmıştım, bir de genel olarak türkçe ingilizce ayırmadan düzensizce metinleri istiflediğim bir blogum vardı. blogum mu bloğum mu?
bloğum boğum boğum -b blokta doğum.

günlüğe günlük tutmak yerine günlük tutma üzerine tartışmalarla doldurmak da istemiyorum aslında. tekrar sinirim bozulacak. halbuki blog yapma fikri aklıma geldiğinden beri pozitif bir şeyler hissediyorum.

bu kadar giriş yeter. bundan sonra aklıma estiği gibi bloğumu boğum boğum parmaklıycam...