25 Ağustos 2012 Cumartesi

Benimle Tanışmadan Önce

Julian Barnes'ın Benimle Tanışmadan Önce'sini okudum tatilde. güneş, plaj, sıcaklık, gevşeklik okumaları. Altınoluk. Mitos baskısı. 1997. o zamanlar okumamışım anlaşılan. hatırlamıyorum. Altınoluk'ta Ezgi Kitabevi'nde bulup aldım. sevgilisinin geçmişince kuşatılmış bir kahramanın kitabı. 'tatlı' bir obsesyon başta, güzel. güzel derken, obsesyonun güzeli mi olur diyebilirsiniz, ama çok net, dokunulabilir bir obsesyon. kaçırılacak gibi değil. sevgilinin, eşin, eski yaşamını dedektiften beter bir takibe almanın romanı...
kitabın başlarında karısını aldatan akademisyenin ayrılık hayalleri vs bölümlerini okurken karıştı kafam, Ali Smith'in The Accidental'ında da yok muydu benzer sahneler oldum, sonra Ian McEwan'ın Solar'ındayım sandım. karıştı kafam. güneşten de olabilir...:)
yazlık yerde bir kafede bira yudumlayıp kitap okumanın keyfi derdim hep, şimdi laptopla kafelere çıktım ilk kez... kesinlikle daha kötü ama daha kaçınılmaz!..
Barnes'ın romanı yavaş bir roman, sakin... sonlara doğru bir cinayetle tüm havasını yitiriyor... yavaşlığı, kendi alemi ona yeterliymiş... sonuçlanmayan bir uç-an yaşamayan, yaşayamayan bir obsesyon olarak iyi gidiyordu... zorluyor kendini finalde... belki de yazarın boğulmasından, yazarın bizzat kendisine boğucu gelmesinden bu akışsızlığın, tıkanmanın...
kendi boğazını kesme sahnesi cache'yi hatırlattı ama asla Cache kadar güçlü değil... aslında Cache de izleyiciyi hazırlamıyordu ama işte hazırlığı hikayenin içindeydi...
bazen bir roman kendi ritmini sevmeli diyor insan... 
Barnes'ın en iyi maçı değil özetle...



2 Nisan 2012 Pazartesi

o an geçmiştir


Wim Wenders'ın Lisbon Story'sinden bir alıntı. (1.11'de)
Bu dünya bir ilüzyondur, bir faraziyedir. tek gerçek şey anılar, anılar da bir icat. Olduğuna inandığımız şeyleri, olayları anlatır yazar, çünkü belleğe inanırız. Çünkü geçmiş geçmiştir. Ama nasıl bilebiliriz gerçekten yaşandığına inandığımız şeyin yaşandığını? Sinemada kamera bir anı sabitler ama o an geçmiştir. Kameranın yaptığı o anın bir gölgesini/fantazmasını çıkarmaktır. O anın sinema dışında da varolup olmadığını hiç bilemeyiz. Ve bu konuda giderek daha az biliyorum”



25 Mart 2012 Pazar

ÇEVİRİDE KAYBOLAN POCOYO: PEPEE

 Bizim oğlan sevdiği için Pocoyo bizim evde çok sevilen, iyi tanınan bir karakterdi. Üslubuna, senaryosuna, içeriğine de hayrandım. İngilizce versiyonlarının dvdlerini almıştım İngiltere'deyken ve Stephen Fry'ın seslendirmelerine ayrıca -->bayılıyordum. (Daha sonra Fry'ın hazırladığı beş bölümlük dil üzerine BBC belgeselini de zevkle izlerken sanki hep Pocoyo seslendirmelerini kulağımın bir yanıyla duyuyordum. bknz. http://www.bbc.co.uk/news/entertainment-arts-10694264). Sonra birden Pepee diye bir taklitle karşılaşınca şaşıp kaldık, hele bunun büyük özgünlük iddialarıyla lanse edilmesi Türk modernizmine dair sert, eleştirel bir alaycılık gibiydi. Ben de aşağıdaki kısa yazıyı bir isyan anında kaleme almıştım. Sonra yazı elimde kaldı. Çok da üzerinde durmadım. Şimdi metrobüs üstgeçitlerinde Pepee boyama kitapları satıldığını, Real'in girişinin Pepee oyuncaklarıyla, dergileriyle vs bloke edildiğini görünce bu yazı da geri aklıma geldi. Buraya koyayım en azından dedim. Geliştirilmeye açık bir konu tabii daha fazla detaya inilirse...



ÇEVİRİDE KAYBOLAN POCOYO: PEPEE


Ünlü İspanyol çizgi filmi Pocoyo'nun Türkçe uyarlaması olarak başlayıp giderek gelişen, oyuncakları dergileri bile çıkan Pepee'yi üzülerek izlemekle yetinebilirdim. Ama Radikal'de Alpbuğra Bahadır Gültekin'in 23 Kasım tarihli Pepee Neden Üzülüyor? başlıklı yazısındaki övgü satırlarını ve öne çıkarma tutumunu görünce sessiz kalmamaya karar verdim. Pepee talihsiz bir deneme olarak bir kenarda bırakılmayıp çocuklara bir değer olarak sunuluyorsa eğer buna kesinlikle itiraz etmek gerekiyor. Birincisi, Pepee'nin Pocoyo'nun bir uyarlaması, yer yer doğrudan taklidi olduğu marjinal bir iddia değil. Pocoyo gerek senaryosuyla gerek çizimiyle muhteşem bir çizgi film, herkes etkilenebilir. Ancak Pepee'nin yapımcıları kahramanları, konsepti, çizim dilini, kısacası bütün görselliği ve fikri Pocoyo'dan uyarlamakla yetinmemişler aynı zamanda pek çok Pocoyo bölümünü de birebir uyarlamışlar. Türkiye ciddiye alınacak bir pazar olsa açılacak bir intihal davası TRT'ye pahalıya mal olabilirdi. Öte yandan, Pepee'nin Pocoyo'nun üstüne şablon konulup yapıldığı öylesine bariz ki Pepee çalıntıdır diye ortaya çıkmak insana gereksiz geliyor. Zaten dikkat çekmek istediğim esas sorunlar Pocoyo'yu uyarlamaya karar verdikleri anda değil, sonrasında başlıyor. Bu sorunları iki ana öbekte toplayacağım: a) Pepee'nin yapımcılarının çeşitli yayın organlarında altını çize çize Pepee'yi 'çok sayıda ilke imza atmış' yüzde yüz yerli üretimin övünç kaynağı bir Türk çizgi filmi olarak lanse etmeleri, b) Pepee uyarlanırken yapılan 'kültürel uyarlamaların' niteliği ve çocuklarımıza nasıl bir kültür iletildiği. Pepee (görebildiğim kadarıyla özellikle Kürt ebeveynleri iyice rahatsız edecek biçimde) her yere Türk bayrakları dikiyor, milliyetçi propaganda yapıyor ve Türk çizgifilmciliğinin dünyaya meydan okuması gibi sunuluyor. Bu kadar milliyetçiliğin orijinal bile olmayan bir eser üzerinden inşa edilmesi ilginç değil mi? Bana 'ya sev ya terket' sloganının da Amerikan faşistlerinden alınmasını hatırlatıyor. Hadi bunu da geçelim, peki uyarlamaların kendisine baktığımızda ne görüyoruz diye soralım. Pocoyo Anadolu'ya indiğinde nasıl bir çocukluğa dönüşmüştür acaba? Çeviride kaybolan öyle çok nitelik var ki. Mesela Pocoyo'da dış ses kahramanlarımızı hep çaktırmadan yönlendiriyor, çocukların kendi kendilerinin bilgiyi bulmalarına aracılık etmeye odaklanıyor, kafasındaki ezbere bilgiye değil hayalgücüne saygı duyuyor, çocuklar hata yaptıklarında asla Pepee'deki tahammülsüz, sabırsız dış ses gibi horgörerek, oh olsun diyerek aşağılamıyor, en kof didaktizmle doğrudan düzeltmeye kalkmıyor. Pocoyo ne kadar neşeli, pozitif, hep gülmeye, dansetmeye, oynamaya, eğlenerek öğrenmeye eğilimli bir çocuksa Pepee de o kadar sinirli, huysuz, arsız, memnuniyetsiz, gergin bir çocuk. Aslında Pocoyo çocuklar düşünülerek çekilmişken Pepee Türkiye'deki belirli bir ebeveyn tipi düşünülerek uyarlanmış. Pocoyo çocukları hayranlıkla izlenecek ve biraz rehberlikle beraber öğrenilecek birer hediye olarak görürken Pepee çocukları tez adam edilmeleri gereken başbelaları olarak gören Türk ebeveynlere hitap ediyor. Pocoyo okul öncesi çocukların öğrenmeyi öğrenmesine odaklanmış, o yüzden neşeyle öğrenmeye alıştırıyor. Pepee ise hem okul öncesine seslenirken bir yandan da yaşgrubunu şaşırıyor, hem de, daha mühimi, öğrenmeyi öğretmekle ilgilenmiyor ve onun yerine kimi Türk ebeveynlerin çocuklarına acil öğretilmesini istedileri bazı görgü ve bilgileri çocuk psikolojisini hiç umursamayan bir bıkkınlıkla çocukların kafasına kakmaya uğraşıyor. İnternetteki izleyici forumlarında Pepee'den memnuniyetini dile getiren ebeveynlerin en çok altını çizdikleri noktalar da bunlar: Pepee çocuklara altına yapmamayı öğretmeye çalışıyor, rakamları öğretiyor, küçük kardeşine iyi davranmayı öğretiyor, anne babanın işe gitmesini anlayışla karşılamayı öğretiyor, saçma sapan konuşmaktan kurtarıp düzgün konuşmayı öğretiyor, gürültü yapıp kafa şişirmemeyi öğretiyor (abartmıyorum gerçekten 'kafam şişti' diye inleyebiliyor Pepee'de dış ses); hülasa çocuklarını birer ayaklı sorun olarak algılayan ebeveynleri sorun çıkarmama öğretileriyle çocukların beyinlerini yıkayan bir çizgi film konseptiyle tavlıyor. Pocoyo'ya bir sürü telif vereceğimize yerli sanatçılarla Pepee'yi uyarladık, Türk çizgi filmi kazandı diyorlar, dolaylı olarak. İyi güzel öyle olsun, ama bari şu içeriği de kendi karanlığımıza benzetmeseydiniz! Pocoyo kadar çocukları sevebilseydiniz. Pepee'nin pedagojik danışmanları olduğu iddia ediliyor ama bu nokta da fena halde kuşkulu. Siteden eski danışman listesini tepkiler üzerine kaldırdılar sözgelimi. Pepee'yi tüm bunların ışığında başa dönerek üzüle üzüle izlemek gerektiğini söyleyebilirim: Türkiye'nin hala daha çalıntı eserlere Türk Malı etiketi yapıştırıp milliyetçi böbürlenmelerle, klasik 'Türk'ün Türk' propagandası' dilinde kendi kendini pazarlaması adetinin devam ettiğini gösterdiği için üzücü; Türkiye insanının daha çocukluktan nasıl bir muameleye alıştırıldığını, ne tür bir çocuk kavrayışının dominant olduğunu ve çoktan normalize edilmiş olduğunu gösterdiği için üzücü; ve de, en doğrudanı, Pepee gibi mutsuz bir çocuğu tüm dramıyla ve buralı 'kaderi'yle insana izlettirdiği için üzücü. Çeviride kaybolmuş bir çocuk Pepee. Salt Pepee üzülmüyor, biz de üzülüyoruz.


24 Mart 2012 Cumartesi

anadolu aydınlanması -can yücel

edip canseverdeki yoğun anadolu aydınlanmacılık yazılarında bol bol görülüyordu, onları bir ara not etmiştim. can yücel yazılarında pek böyle bir öğe hatırlamıyorum. ama bir şiir not ettim belki böyle okunabilecek:
Kare Kökler, Gökyokuş içinde, s.32. 

sonra gene bakmak lazım...  

blogçuluk ölmedi yaşıyor

ya da öldü ama yaşıyor -bir zombi olarak...
dün gece birisi bu bloğa bir yorum yazmış. biraz önce o yorumu görünce unuttugum bloglarımı anımsadım. geçen gün de twitter'ın blogçuluğu öldürdüğünden bahsediyorlardı. 144 karakterde hikmetini formüle etmediysen seni biz ne yapalım?!
twitterda fazla tarih de yok sanki, geçmiş nereye kadar araştırılabiliyor twitterda bilemiyorum. ama daha bir 'akıp giden an'a dair gibi.
zaten mesela twitter sayfasını açık tutarsanız yukarıdan sürekli yeni birşeyler gelip aşağıdakileri biraz daha aşağıya itiyor -kademeli olarak gözden kaybolacakları ana doğru...
blog sayfası ise çok daha temkinli, (saygılı?), sakin değişiyor. birbirleriyle ilişkilerini kaybetmemeye çalışıyor girdiler.
halbuki onda da bir 'an'ın kaydedilmesi var. günlük değil de dakikalık mıdır twitter? belki. blog hala günlük galiba. işte şimdi mahallemizde birinin öldüğünü anons ediyorlar, bu anda yaşanan bir anons. ama ben giderek bütün geceyi de dahil edebilirim bu blog girdisinin 'girdi zamanı'na. günlük birimi gündür sonuçta. dün gece sözde çok uykum vardı, iki gecedir uykusuzdum, bir an evvel uyumak için yatağımda kitap okuyup film seyrettim. derken iş 2 film birden seyretmeye döndü.
bilgisayardan film/dizi seyretmenin en temel farkı, ya da özelliği mi demeliyim, aynı anda pek çok pencere açık olması ve kesintisiz seyretmek zorunda olmamak.
DVD playerdan film seyrederken zorlandığımı fark ediyorum. en son böyle bir seansta kağıt kalem getirip yeni projeler başlatmış, şiirler vs yazmıştım. sadece filmi seyretmek çok ağır geliyordu galiba...

yatakta film seyrederken, dün gece, tipik bir bilgisayardan film seyretme masası kurmanın tanıdıklığı içindeydim. gmail, sözlük, twitter, facebook, wikipedia, torrent sayfaları(artık soulseekden müzik indirmeyi bıraktım torrentle indirme dönemine girdim. bir gün bunlar hepten yasaklanacak mı gerçekten acaba?), search sayfaları, dictionary.com hatta, hep açık. arada filmi durdurup kitap okumaya dönebiliyorum. sonra kitabı bırakıp filme. arada twit bakıyorum. bişey yazdıgım da yok twite bir süredir. ama bakıyorum. pencereden bakar gibi. sokağa birşey yazmak zorunda değilsiniz pencereden bakmak için öyle değil mi?

twitter ile twiggy arasındaki ilişki diye bir yazı yazılabilirmiş bakın -sözcüklerin, sözlerin incelmesinden bedenlerin incelmesine. 0 beden yazı: bir twit. sözcük ekonomisi değil sözcük anoreksiyası... (Bir de Hilal cebeci hakkında yazı yazmak istiyorum, twitterda yarattığı persona üzerine. ama Öküz dergisi yok. nereye yazılır böyle bir yazı Öküz yokken?)

gece seyrettiğim ilk film Incendiary idi. mesela filmleri seyrederken de imdb syafası açık, wikipediadan filmin sayfası açık, arada durup onlara bakıp biraz search edip tarayıp vs sonra filme dönüyorum. şimdi bile dayanamadım wiki sayfasını açtım: http://en.wikipedia.org/wiki/Incendiary_(film)

kötü br ingiliz filmi, begenmedim hiç. ama sonuna kadar da 'seyrettim' --Burada seyrettim sonuna kadar açık tuttum anlamında, sıklıkla gözüm başka pencerelerde kaldıysa da. sözgelimi bir başka kötü yakın dönem İngiliz filmi olan Franklyn'i yarısında bıraktım, salonu terkeder gibi, penceresini kapadım, fişini çektim, boşol boşol boşol.  sonuna kadar penceresini kapamamak -her saniyesini seyretmesen de- bir ilişkide kalmak gibi galiba. sesi hep geliyor... arada dönüp hikayenin içine giriyorsun, arada çıkıp uzaktan sesini dinliyor ve maillerini kontrol ediyor, twitere bakıyorsun. eskiden milliyet.com.tr'ye, ntv'ye de çok bakardım ama artık haberleri twitlenen linklerden alıyorum daha çok, bianetin bile ana sayfasına hiç girmiyorum, hep twitten bianet linklerini takip ederek takip ediyorum bianet'i. guardianı dahi hatta, ana sayfasına sık sık giriyorum guardian'ın eyvallah, ama son zamanlarda ana sayfasına girip de görmeden, dikkat etmeden çıktıgım bir sürü yazıyı, facebookdaki 'arkadaşın malkoçoğlu şu anda guardianda bu yazıyı okuyor' linklerine tıklayarak gördüm...

Incendiary'den tek bir hoşluk kaldı bana: dini inancına Arsenal yazan insanlar ilham verdi. futbol tutkusundaki irrasyonaliteyi hep çocukluğa sadakat üzerinden okuyordum, ama düpedüz dini inanç gibi de okunabileceğini farkettim. dini inanışı: Fenerbahçe, gibi... Hüseyin Hatemi ile bir 'laik'in yıllar önce bir televizyon tartışmaları vardı, orada laik kişi Muhammedin peygamberliğini vs sorguluyor ve de islamın mantıksızlıklarını ispatlarcasına gündeme getirmeye çalışıyordu. Hatemi bunları nasıl geri ispatlayacak bakalım, gibi bir havayla. Hatemi'ye söz gelince hiç böyle şeylere girişmedi. şöyle dedi: "din bir postüladır." nokta. yani önce peygamber tanrının elçisidir postülasını kabul edeceksin ki herhangi bir işlem yapabilesin. yoksa 1 de yoktur. kabul etmiyorsan, işlem yapamazsın, kabul ediyorsam, bana aslında bu kabulümün mantıksız olduğunu söyleyemezsin. bu zaten bir çıkarım değil bir postüladır. bunu uyarlarsak; "futbol bir postüladır." taraftarlık bir postüladır. bir Fenerbahçeli için Fenerbahçelilik bir postüladır. Arsenallı olmanın daha mantıklı bir şey olduğunu savunarak bir Fenerbahçeliyi ikna edebilir misin? tam da bu yüzden 'fanatik' diyorlar herhalde. vandallık yüzünden değil. sıkı taraftar, bir tür dini radikal gibi, o anlamda. cumartesileri öldürsen çalıştıramazsın!

ikinci filmi sevdim, iyi bir film diyemem, beyaz/siyah hikayesinden politik olarak sorunlu da bulunabilir. klişelere yaslandığı da doğru. gene de hoşuma gitti benim. Intouchables. Fransız filmi.

bu kadar blog yeter, yazma keyfi verdi bana, ve yazacağım başka şeyler olduğunu anımsadım. twit atmak da insana yazma keyfi veriyor mudur? yoksa keyifli bir twit ancak bir başka twite mi götürüyordur insanı? hele retweet ne ilginç birşey, elden ele dolaşan bir sürpriz yumurta gibi. ama blog yazısını seven/begenen orada duruyor, ya kendi içine dönüyor ya da kendisi de bir baska yorum veya blog yazıyor, aynı sürpriz yumurtayı elden ele dolaştıramıyor cunku açmış oluyor. ama yeni bir yumurta yapacak da enerji bulabiliyor.

galiba...