29 Eylül 2011 Perşembe

Konya - İstanbul treninde yere sakızı kim attı?

Konya -İstanbul treninde kavga çıktı -hem de bir sakız için! Trenin 4 saat rötar yapmış olmasının da bu kavgada payı olabilir. Sinirler bozuluyor böyle durumlarda. Ama kavga tam olarak şöyle çıktı: biri yere sakız atmış. Bu sırada bir karı-koca, genç bir çift, geçiyorlar, hanımefendinin ağzında sakız oldugunu gören yaşlı başlı yolculardan biri "her yere sakız atıyorsunuz, treni sayenizde bok götürüyor, pislikler" falan diye birden tersleniyor. Bunun üzerine sakız çiğneyen hanımefendinin eşi genç delikanlı "biz atmadık onu ne biçim konuşuyorsun"a geçiyor, yerdeki sakıza baktıkça sinirleri bozulmuşa benzeyen yaşlı beyefendi ise küfrü basıyor, bunun üzerine genç beyefendi yumruklu saldırıya girişiyor, ortalık karışıyor, diger yolcular ayırıyorlar. Ben genç beyefendinin arkasındayım ve bir ara elinin beline gittigini dehşetle gözlemliyorum. O sırada ilginç bir şey oluyor, genç beyefendi kendisinin polis olduğunu haykırıyor. Bu sanki onu otomatikman haklı veya yere sakız atamaz yapacakmışcasına. Bunun üzerine yaşlı beyefendi de sen polissen ben de gaziyim diye bagiriyor! Ve de kanıt olarak gazi kartını cüzdanından çıkartıp gösteriyor, sallıyor! Bir polis ile bir gazi dövüştüğünde kim -otomatikman- haklıdır? Ayırma çabaları sonucu bana iyice yaklaşan polis bu konuda kararsız görünüyor. Gazi kartının polisin doğal haklılığını sarstığını gözlemliyorum. Kendisine eşinin yanında küfredilmiş olmasını ısrarla öne sürüyor genç polis. Bu arada diğer yolcuların ayırırmış gibi yaparkenki kışkırtmaları da manidar. Polisi engelleyen bir adam, fısıldayarak polise akıl veriyor ve "trende olmaz, burda olmaz, indikten sonra çek kenara, bitir işini" deyiveriyor! Gazi, galiba kavga sırasında kendini hakarete ugramis hissettiğinden, olayı büyütmek istiyor. Telefonla polisleri ariyor. 155i belki. Trendeki görevliyi şahit olarak kendisiyle birlikte trenden indirmeye calisiyor. Görevli ben trenden inemem diye net bir cevap veriyor. En komik sahne işte orada yaşanıyor, bütün trenin ayırmaya çalıştığı, birbirlerine yaklaşamasınlar diye etten duvar ördüğü gazi ile polis (ve eşi) Söğütlüçeşme'de birlikte trenden iniyorlar. Sadece onlar. Ama bu kez kavga etmiyorlar, cünkü gazi çıldırmış vaziyette. "Polisler gelecek polisler gelecek" diye bagiriyor, bir yere uzaklaşmayın diyor polise ve eşine. Tren kalkıyor, en son genç polisin eşinin elinden tutup gaziye sus işareti yaptıgını görüyorum. Halil'in (Altındere) son sergisindeki sus işareti yapan hemşire geliyor aklıma... Gözden yitiyorlar.

17 Eylül 2011 Cumartesi

Gümüşsuyu'nda kavga var!

bu gece Taksim Beşiktaş dolmuşuyla Beşiktaş'a iniyordum. bu dolmuşların içinde bir telsiz sistemi var. birbirleriyle haberleşiyorlar ve biz yolcular da duyabiliyoruz. ben gümüşsuyu'nda beklerken bir araba çekme krizi vardı trafiği tıkayan. gece 11 bucuktan falan bahsediyoruz. ama taksime giriş tıkanmış vaziyetteydi. neyse dolmuş geldi bindik yola çıktık Beşiktaş'a akıyoruz. telsizden diğer dolmuşların gümüşsuyu trafiğini kontrol edişlerini dinliyoruz. bir ara gene Taksim'e çıkış tıkandı ve diğer şoförler Gümüşsuyu'ndaki adamları Görkem'e soruyorlar, Görkem diyorlar, durum nedir, araba mı çekiyorlar yoksa trafik mi var, Görkem de diyor ki hayır otobüs şöförüyle taksici kavga ediyorlar ondan tıkandı. işte bu noktadan sonrası bana tamamen yazarlık pratiğini düşündürdü. yazarlar bir olaya biraz dışarıdan baktılar mı, sözgelimi o olaydaki hikayeyi okumaya yöneldiler mi, kimilerince suçlanırlar, hayata yukarıdan bakmakla. bana bu suçlamayı hatırlattı dolmuşçular. hayata yukarıdan bakan dolmuşçular ya da demek lazım. şöyle ki, telsizde kavga lafının geçtiği andan itibaren herkes kendi pratik derdine düştü. tam bir yabancılaşma içindeler, ya da öyle oldukları söylenirdi, yazar olsalardı. bir şoför kavganın tam lokasyonunu öğrenmeye çalııyor, ona göre rota belirleyecek. bir diğeri, Görkem'e soruyor, Görkem ayrıldılar mı şu sokağa sapıyım mı ayrılmadılarsa buradan gelicem, vs vs... herkes müthiş bir serinkanlılık içinde. kavgadan mesela yola taş düştü der gibi bahsediyorlar. şimdi ben böyle anlatınca bu son derece normal geliyor tabii. ya ne yapsalardı diyebilirsiniz. ama o anda bu komik, ilginç, mesafeli geldi kulaklara. bütün dolmuş kıkırdadık, gülümsedik. Görkem tekrar bağlandı, ayrıldılar tamam trafik açılıyor dedi. işte bu. böyle net. görkem'in tavrı bana tam bir yazar tavrı gibi de gözüktü. ayrıldılar, yol açıldı, yazınız! veya dolmuşçuysanız, geçiniz!

Bir dolmuşçunun bir kavga ayrıldıktan sonra geçişi gibi bir kavga ayrıldıktan sonra yazmak!...


13 Eylül 2011 Salı

NATO KAFA NATO MERMER ANTİ-EMPERYALİZMCİLER İÇİN ARAP BAHARI EL KİTABI


NATO KAFA NATO MERMER ANTİ-EMPERYALİZMCİLER İÇİN ARAP BAHARI EL KİTABI 


Böyle bir kitapçık mı hazırlamalı acaba? Onların da sevdiği tarzda, yeşil kitap falan gibi, otoriter bir kitapçık.

Nereden çıktı şimdi bu derseniz: Arap devrimi karşıtı anti-emperyalistlerimiz söylediğim bazı şeyleri ısrarla duymamaya ve kendi kafalarındaki şeyleri duymuş gibi yapmaya devam ediyorlar. BirGün'de benim yazımı sansürleyip 'anti-emperyalizmi tartışmak' dosyası yaparak 'tartışmak'tan ne anladıklarını örnekledikleri günkü gazetede yer alan yazılardan birinde “NATO güçlerinin bombaları eşliğinde yaşanan iktidar değişimi hayırlı görülebiliyor” demişler. Tam bir dinlememezlik hali. Bırakınız benim böyle bir şey söylememi benim dışımda da böyle bir perspektif var mı? Ana medyada dahi ben böyle bir yazı görmüyorum. Kaddafi'ye ilk müdahale yapıldığı günlerde bir iki kişi "ama o da kendi halkını katlediyordu iyi oldu bombalar" dedi sonra kesildi. Neyse başkalarının ne yaptığı ne yapmadığı bir yana ben kendi söylediklerimin altını çizeyim madem bu anti-emperyalizm konusu böyle kabardı, ve de karışmaması için maddeleyeyim. Nato kafa nato mermer anti-emperyalistler için el kitabı gibi olsun.

a)NATO müdahaleleri ve 'emperyalist' müdahaleler iyi midir? İyiyse neden iyidir kötüyse neden kötüdür?

Süpergüçlerin müdahaleleri kötüdür, iyi değildir. Nokta. Bunları alkışlayan birini de ben hiç görmüyorum. Böyle birini eleştirme tavrı hayali birini eleştirme tavrıdır. Hayali birini eleştirerek hayali üstünlükler peşinde koşmaktır. Fakat sorunun ikinci kısmı kritik, kötüyse neden kötüdür? İşte bu noktada benim cevabım diğerlerinden ayrılıyor ve kilitlendikleri nokta da bu. Süpergüçler bu müdahaleleri iktidar için, güç için, bazen doğrudan petrolden pay kapmak için bazen güç gösterisi için bazen ticaret için gerçekleştirirler. Her durumda amaçlarının kimseyi özgürleştirmek olmadığı ve kendi ulusal çıkarlarını gözetmek olduğu açıktır. Bunlar bir takım küresel şirketlerle de el ele kurumlardır ve küresel şirket çıkarlarıyla ulus devlet çıkarları içiçe geçmiş yapılar olarak sömürebildiklerini sömürmenin, ezebildiklerini ezmenin yollarını ararlar. Bu kısaca işaret ettiğim dünya güç savaşımı şemasını çok daha iyi analiz eden, kriterlerini tarif eden, nasıl işlediğini, mekanizmasının doğasının hangi bileşenlerden oluştuğunu detaylandıran çok sayıda değerli çalışma mevcut. Bilmek isteyen hemen öğrenebilir. Ama genel resim çok incelemeden de karşımızda apaçık durmakta. Bunu da herkes görebiliyor sanıyorum. Bazen gözden kaçan bağlı bir nokta da sadece bombaların değil yardımların da küresel erk savaşlarının bir parçası olduğudur. Türkiye'nn küresel erk mücadelesindeki yerinin daha hırslı bir hal alması neticesinde biz de Somali'ye yardım siyaseti sırasında bunu yaşadık, nasıl bize uyarlanabileceğini öğrendik. Yardımlar hem devletlerin ticari ve politik hırslarına hem de şirketlerin büyüme taleplerine göre organize edilir. Yardımlar da aslında bombalarla aynı amaçla gönderilir ve çoğu kez de beraber gider. Her şey bir yana biz kendi ülkemizden bilmeliyiz ki süpergüçlerin ezilen halkları kurtarmak gibi bir dertleri olsaydı Kürtleri Türklerden kurtarırlardı. Chomsky buna benzer birşeyler söylemişti sanki ama kaynak hatırlayamıycam şimdi. Burada bizim ortodoksların kemalizme kaymaya engel olamadıkları, darbeciliğe, askeriyeye kaymaya engel olamadıkları, dahası Esadçılığa, otoriterliğe, anti-demokratlığa, özgürlük karşıtlığına kaymaya engel olamadıkları ve bunun farkında oldukları için de sinirlendikleri, saldırganlaştıkları nokta karşımıza çıkıyor: Foti Benlisoy'un deyimiyle 'ulusal anti-emperyalizm'. Benlisoy'un 'anti-emperyalizm ne değildir? başlıklı eski bir yazısı var zamanında BirGün'de çıkmış, orada çok net anlatıyor bunları, iyi de özetlemiş, alıntılamak yeterli bazı şeyleri. Yazının tamamı şurda var: http://www.teori.org/index.php?option=com_content&task=view&id=115&Itemid=42 . Ben ulusal emperyalizmi anlattığı yeri kopyalıycam:

"ULUSAL" ANTİEMPERYALİZM
Türkiye'de hayli yaygın olan anlayışa göreyse emperyalizm sanki bazı bölge ve ülkelerin dışında olan ve onlara "dışardan" dayatılan bir şeydir. Buna göre emperyalizm, milli bünyeye dışardan saldıran ve onu hakimiyeti altına alan yabancı bir güçtür. Bu anlayış, toplumsal sınıfları ve sınıf mücadelesini esas almaz; onun öznesi ezen ve ezilen uluslardır. Bu bağlamda, emperyalistler ve onların yerli uzantılarınca "ulusal sömürüye" tabi tutulan "ulusumuz" neredeyse doğası itibariyle antiemperyalisttir; bir nevi "proleter ulustur". Anti kapitalist vurgusu hayli zayıf olan bu "anti emperyalizm" biçimi, kendini sınıfsal temelde değil ulusal çıkarlar ekseninde tanımlar. Oysa emperyalizm dış mihraklarca dayatılan dışsal bir hakimiyet biçimi değildir. Emperyalizm, dışardan gelen bir tür ithal ürün olmaktan ziyade her kapitalist toplumsal formasyona zaten içkindir. Kapitalizm-emperyalizmin her kapitalist toplumsal formasyonda mevcut ortak yapısal unsurları vardır ve bu anlamda her kapitalist ülke emperyalist zincirin bir "halkasıdır". Herhangi bir kapitalist ülke emperyalistlere kölece boyun eğen işbirlikçilerce yönetildiği için değil, emperyalist sistemin doğrudan bir parçası olduğu için bu ilişki içseldir."

Şimdi bizim ortodoksların hayır hayır kemalist değiliz milliyetçi değiliz diye bağıra bağıra kemalizme ve milliyetçiliğe kaydıkları yer burası olmakta. NATO bombalarına karşı emperyalist hırslara karşı bir direnç mevzisi olarak ulus-devlet iktidarlarını görebileceğinizi düşünürseniz o zaman bu dışsal düşmanı savuşturması için kolaylıkla erki Esad'a veya Kemal'e devretmeye gönüllü olursunuz. Bu sebeple benim ilk tüylerimi diken diken eden BirGün'deki İbrahim Varlı haberi Esadçı olduğu kadar Kemalist ama bu yaftalardan daha mühimi, ulus-devlet iktidarını emperyal dış iktidara karşı desteklemeye sıkışmış son derece tehlikeli bir merkeziyetçi sol rezaletti. Bu bağı bir türlü kurmak istemiyorlar çünkü nereye yuvarlandıklarının farkındalar. Sen Esad diktatör de olsa ülkesi işgal 'tehdidi' altındayken (işgal altında değil çünkü Esad veya bombalanmıyor) onu her türlü dezenformasyona dahi saparak (Varlı'nın iliştirilmiş gazeteciliği gibi dezenformasyon denemelerini kastediyorum) desteklemeliyiz dersen o zaman birisi de bana Mustafa Kemal'i desteklememek için bir sebep söylesin. Veya yarın Erdoğan ABD ve diğer güçlerle çatışma haline girerse, onlarla ciddi zıtlaşan bir rejim kurarsa ve içerde Kürtleri ve solcuları keserse bu perspektifte bir atıyorum Suriyeli solcunun Erdoğan'ı desteklememesi için bir sebep söylesin. Ulusalcı solun büyük handikapı iplerin onun elinde olmaması ve eline almak için de iktidara, darbeye yaklaşmak zorunda olmasıdır. Emperyalizm ile savaşta diktatöryal rejimler birer mevzi olabilir diye düşünen bir bakış Türkiye'ye ne öneriyor? Ben bunu ısrarla sordum ama cevap vermiyorlar tabii. Neyse, nerede kalmıştık, süpergüçlerin müdahalesi peki neden kötüdür diyorduk. Hemen söyleyeyim kendi bakışımı: özgürlük başkasının eliyle gelemeyeceği için, özgürleşmede esasın kimin tarafından özgürleştirilme olması dolayısıyla kötüdür. Sadece aşağıdan hareketlerle özgürlük gelebildiğinden kötüdür başkasının gelip seni özgürleştirmesi. Geçici olarak birşeyler elde edilebilir, birşeyler yoluna girebilir dış yardımla belki. Ama buna kurtuluş, özgürleşme vs denemez. Ayrıca iktidarların birbirleriyle çatışmalarından ezilenlere fırsatlar doğabilir.

b)peki Arap Baharı iyi midir kötü müdür? Bir emperyal yutturmaca mıdır yoksa bir dizi devrim midir?

Hemen cevap veriyorum. İyidir ve bir dizi devrimdir. İyi de hocam Mısır'da iktidara şu geldi, Libya'yı emperyalistler bombaladı, petrollerini büyük devletler bombalarına bakarak yaptıkları matematik çerçevesinde üleştirdi, İran-İsrail-Türkiye gibi lokal zorbalar fırsat bu fırsat diyerek neleri kimlere vurdurabileceklerinin hesaplarına girişti, yerel erk odakları boşta kalan iktidarı kapmanın peşine düştü, kabile liderleri askerler başka gruplar yeni pastadan pay almak üzere harekete geçti, sözkonusu ülkelerin hiçbirine sosyalizm gelmedi, özgür Mısır kurulmadı, devrim konseyi kurulmadı, çoğu yerde hala eski adamlar başta veya yeni ama farksız adamlar vs vs.
Son yazımda adını andığım ve bir cümlesini alıntıladığım Asef Bayat'tan, Sıcak Nal'da yayınladığımız Muhammed Bamyeh perspektifinden burada bir kez daha alıntılar yapmak geçiyor içimden. Bamyeh'in yazısını bloga da koyduk: http://sicaknal.blogspot.com/2011/09/msr-devrimi-yerinden-ilk-izlenimler.html . Asef Bayat ile Birikim için yapılan söyleşiyi özellikle tavsiye ederim. (sayı 268-269'da). Neyse, ben kısaca söyleyecek olursam kendi bakışımı, şuna dikkat çekmem gerekir. İktidara kimin el koyduğuna bakmıyorum ben. İktidara bolşevikler el koymuş olsaydı nefis bir devrim olmuş olmayacaktı. Rusya ve Çin örneklerini onun için verdim. Sovyet devrimine bolşevikler el koydu da ne oldu? İlk gün özgürlük geldi ikinci gün Lenin üçüncü gün Stalin dördüncü gün Putin. Hızlı bir kalkınma, büyük acılar çeken alt sınıflar yitip giden özgürlük, derinleşen piramidal zihniyet, iyice yerleşen otoriter kültür ve merkezi endüstrileşme. Sovyetler döneminde Rus insanının siyasi kültüründe azıcık değişim olmuş olsaydı bugün Putin bu şekilde süpüremezdi. Dolayısıyla benim için harika bir devrim iktidara bolşeviklerin el koyduğu veya Baasçıların el koyduğu bir devrim değil. İktidarın yerinin dönüştüğü, ezilen kitlelerin erklendiği, siyaset kültürünün dönüştüğü, hayatın daha özgürlükçü bir hal aldığı devrim önemli. Dolayısıyla benim için 68 devrim, 17 değil. Aynı şekilde Arap devrimi devrim, Chavez değil. Birgün'deki yazılarımda defalarca değindim şurasından burasından. Arap insanı dünya siyasi haritasına kendi adıyla girdi ilk kez. Müthiş bir dönüşüm bu. Düne kadar Arap insanı diye bir birim hesapta yoktu süpergüçler haritaları açtıklarında. İtaatkar, kolayca yönetilen, kafasına vur ekmeğini al Arap kabileleri ve onların dediğim dedik liderleri vardı. Liderlerle konuşarak her işini hallediyor veya halledemiyordun. Şimdi Arap insanı var. Arap insanının ne istediği var. "Daha fazla özgürlüğe ihtiyaçları yok onlara Esadlar lazım" diyen Türkiyeli ortodoks marksist bakış acaba Türkiye insanını layık görüyor mu kendi kendini özgürleştirmeye? Yarın bütün Arap iktidarlarına korkunç kapitalistler ve yeni askerler el koyabilir. Her kim el koyarsa koysun şimdi o iktidarın ensesinde daha önce olmayan bir tehlike üflüyor. Kendi kendini özerklendirmiş Arap insanı. Mesela Türkiye iktidarına gelen biri ensesinde Türk insanının denetçi gözünü hissetmiyor. o sayede de ne kadar kolay polis devletleri kurulabildiğini, buna direnişi bırakın bundan rahatsız olmanın dahi ne kadar marjinal kalabildiğini görüyoruz, deneyimliyoruz. Nazi dönemini anlamak için Hitler ve partisinin iktidara el koyma biçimlerine bakmak yeterli sananlar var mı hala? Bütün dünya Alman siyasi kültürünü Alman insanının siyasi reaksiyonunu inceliyor ne olup bittiğini anlamak için.Arap insanına dönelim, Arap insanını yabancı kuvvetler veya İslamcılar veya devrimciler kurtarmadı. Devrimcisiz devrimler demem ondandı. Arap insanını Arap insanı kurtardı. Kurtulmak iktidara bolşeviklerin veya Chavezlerin gelmesi değildir. Kimin tarafından yönetildiğinin değişmesi değildir. Kurtulmak başka birisine dönüşmektir. Bu anlamda kullanıyorum. Bütün Arap iktidarları büyük güç mücadelelerinin kanlı oyun sahaları olacak bugünlerde elbet. Ancak bugünün defterden silinmiş bir öğenin deftere kendi kendini yeniden yazdırdığı tarihi bir moment olmasını değiştirmiyor bu güç mücadeleleri. Anti-emperyalizm zaten kendi başına sol bir pozisyon değildir. Türk sağından Türk soluna geçmiştir ve giderek geri de dönüyor. (şöyle birşey yazmıştım yıllar önce bu konuda: (http://sureyyyabirgun.blogspot.com/2007/04/trk-sa-anti-emperyalizmini-geri-alyor.html) Bugün Türkiyede kimlerin kendisini anti-emperyalist olarak kodladıklarını toplarsak oluşacak tablo zaten bunu anlatır. Üstelik de bu tablonun emperyalizme bir zararı yoktur ve birlikte çalışır.


c)peki bu durumda mesela Suriye'de Müslüman Kardeşler'i mi destekleyeceğiz?

Tabii ki hayır. Arap insanına özgürlük yolunda aracılık etmeye kalkışan hiç kimseyi desteklemeyeceğiz. Ne Müslüman Kardeşleri ne de Baasçıları. Tabii ki biri diğerinden daha kötü olabilir. Bunu bilebiliriz. Ama birinin diğerinden daha kötü olması bizi bir ehveni şere mecbur bırakmaz. Biz ikisinden de uzakta özgürleşmeyi savunabiliriz. Bir de süpergüçlerin süpergüçlerini bazen abartıyor anti-emperyalizmciler. ABD ve Fransa bir tümgüçlülük içinde değiller. Her şeye hakim değiller. Ama çok güçlüler ve bir durum kontrollerinden çıktı mı hemen geri kontrol altına almak üzere seferber oluyorlar. Tunus'ta ilk isyan çıktığında Fransız bakanlar isyancılar aleyhine atıp tutmuşlardı hatırlarsınız, iki günde çark etmek zorunda kaldılar. Clinton Ankara vs de rezil olup hızla çarklar ettiler bu süreçte çok açıktan. Hiçbir süpergüç Arap Baharı'nı planlamadı. Bu apaçık gerçeği görmemeye çalışanların iyi niyetlerinden şüphe ederim. Arap Baharı bir CIA operasyonu değildi. Kimse bu kadar hakim değil dünyaya. Tümgüçlü değil, ne baba ne devlet ne de ABD. Tunus'taki ayaklanma Tunusluların bir eseriydi ve kendini yakan o gencin eseriydi. O genç kendisini dünyayı değiştireceğini bilerek yakmadı. Dünyanın vicdanında küçük bir şeyleri oynatmak istedi belki de. Ama Arap vicdanı buna çok güçlü yanıt verdi, bu çağrıyı çok güçlü duydu. Süpergüçler sonradan bu yeni duruma ayak uydurup çıkarlarını takip etmenin yollarını aramaya başladılar. Arap baharı Arap insanının çıkarlarını bu süpergüçlere karşı başarıyla koruyamıyor olabilir. Olsun. Keşke Türkiye de daha yoksul ama insanlarının daha az itaatkar olduğu, daha ademimerkeziyetçi bir ülke olsaydı, keşke daha aşağıdan örgütlenen bir siyaset kültürüne sahip olsaydı da daha az dev ulusal inşaat şirketi olsaydı.
Bir de anti-emperyalistlerin samimiyetsizliklerini açık eden bir yanı var bu gelişmelerin, erklenen Arap insanı demek Arap coğrafyasının bir kaç lider aracılığıyla emperyalizme hizmet etmesinin de çok güçleşeceği demektir. Ortadoğu kendi insanıyla daha özgürlükçü bir bölge olma yolunda uzun yıllar sonra ilk kez bir adım atmış durumda. Süpergüçler ne yaparız da çıkarlarımızın elimziden uçup gitmesini engelleriz ve mümkünse kargaşada arttırırız diye telaş içindeler. Ve bizim anti-emperyalizmcilerin buna cevabı eski diktatörlerinize sarılın çağrısı yapmak oluyor Arap halkına.
Bütün bunların en iyi yanı şu: Arapların umrunda değil ortodoks Türk marksistleri! Onlar kendi özgürleşmelerini nasıl sağlayacakları ile uğraşmaya devam ediyorlar. Ama bir de kötü yanı var; Arap Baharı etnik bir gelişme değil. Orada insanların özerklenme girişimleri Londra'daki gence de güç veriyor, Barcelona'daki eylemciye de, Diyarbakır'a da, Atina'ya da esin ve yapabilirim duygusu veriyor. İşte bu duygunun Türk radikal sol kültürüne sirayet etmesini engelliyor bu gibi ortodoks setler. Zararı ne emperyalistlere ne Müslüman Kardeşler'e ne de Araplara. Zararı Türkiyeli solculara. Birilerinin aracılığına mecbur olduğuna ikna edilen Türkiyeli demokrat insanlar, Mısırlılar gibi ceketini alıp sokağa çıkıp iktidarı devirmenin yanlış birşey olduğunu öğreniyor bu Esadçılardan. Onun yerine partimizi takip et, bizi izle, ne yap dersek onu yap, biz sana ne zaman eyleme çıkacağını, ne zaman protesto yapacağını, hangi hedeflere hangi sloganlarla yürüyeceğini söyleriz. Yoksa alimallah ABD ülkemizi işgal eder, böler parçalar, İslamcılar iktidara el koyar, şeriat gelir, ülkemiz bombalanır, neme lazım. İşte bu setlerin yardımıyla ve mevcut Türkiye siyaset kültürünün malum piramidalliği, merkeziyetçiliği sayesinde, Türkiye o sözde çok nefret ettikleri AKP iktidarının otoriter yükselişine karşı hiçbir aşağıdan reaksiyon üretemeyen bir ülke olarak kendi karanlığında debeleniyor. Ama Türkiye siyaset kültüründen de Türkiye'den de mental olarak kopma noktasındaki Kürt hareketi kendi insanını özgürleştirecek adımlar atabiliyor. Evet, kısacası, özetle, bu ortodoksların anti-emperyalizm dedikleri siyaset, emperyalistlere hiçbir zararı olmayan, emperyalizme hiçbir zararı olmayan ama lokal otoritelerin otoritelerini pekiştiren, lokal isyanın isyankarlığını korku ve tehdit ile baskı altına alan, kendi kendisini özgürlüğün aracısı, özgürleşmenin uzmanı ve tek yetkili bayii ilan etmiş kişilerin ve kurumların ömürlerini uzatmaya yarayan bir aygıttır.   


1 Temmuz 2011 Cuma

KANYON

bugün ilk kez kanyon'a gittim. kanyon alışveriş merkezinin dışa açık olduğunu duydugumda şaşırmıştım. gidip gördüğüm iyi oldu, bahsettiklerinin ne olduğunu anladım. (şimdi sırada İstinyepark var. bir gün orayı da tavaf edicez hayırlısıyla.)
kanyon'u görünce şunu hatırladım; alışveriş merkezlerinde pencere koymazlar, dikkatini dağıtmak, aslında alışveriş yapmak zorunda olmadığını sana hatırlatmak istemezler. hiç pencere koymazlar. koridorlar birbirine açılır. sürekli kendine dönersin ve kendinin aslında bir dizi vitrin olduğunu hissedersin. ve kendi derinliklerine dalıp kendi özünü bulmak için vitrinlerden içeri girersin...

kanyon'daysa ortada bir açıklık var, gökyüzü yukarıda.

ama iki şey çok komik. birincisi ortadaki gökyüzü dış dünyayı kapatma eğilimini iyice belirginleştiriyor. gene penceremiz yok. dış dünyayı göremiyoruz. ama bu kez gökyüzünü görebiliyoruz. tam anlamıyla 'bir avuç gökyüzü'. Kanyon'daki gökyüzü senin dikkatini dağıtmıyor, sende dışarıda bir dünya var burada alışveriş yapmak zorunda değilim duygusu uyandırmıyor. aksine, burası bir cezaevi, kapandık, kısıldık kapana. tek şansımız avluda dolaşıp gökyüzüne bakmak, artık hep buradayız şeklinde bir umutsuzluk yayıyor.

koydukları sahte yıldızlar da ayrı komedi. veya ayrı bilimkurgu mu demeli. aralıktan gökyüzüne bakan mahkum biraz da gezegen görmek ister, hem meraktan hem de kendi seçtiklerini yaşamda dolaylı olarak savunmak için. işte bu arzu tatmin ediliyor böylece. ama gerçek bilgiyle veya görselle değil. gerçek bigi çöktükten sonra derleme bilgiyle...



5 Haziran 2011 Pazar

MİLENYUMUN SAHİPLERİ COŞTU

Utku Özmakas'ın (Milenyum şiiri ha Öyle mi?, 3 haziran, BirGün) metnine BirGün'deki köşemden (Dalalet) cevap yazmam uygunsuz olacak gibi göründüğünden bu blog yoluna sapıyorum.


Neden uygunsuz? Çünkü Özmakas'ın kişiselleştirmeleri ve aynı şeyleri tekrar etmemi talep etmesi veya heyecandan ne dediğimi okuyamamış oluşu dışında üzerinde duracak bir şey yok gibi görünüyor o yazıdan sonra. E şimdi bunlar bir metni okuyamıyorlar diye BirGün okurunun da okuyamadıgını mı varsayacağız?

Önce kişiselleştirme kısmına mı baksak. Özmakas'ın konuyu üstüne alınması garip. Ona cevap hakkı veren bir durum yok ortada. Milenyum şiiri adlandırmasını o bulmuş olabilir, İkinci yeni adlandırmasını da Muzaffer İlhan Erdost bulmuştu. Ben “meğer milenyum şiiri de bir iktidarmış” başlıklı yazımda Özmakas'ın şahsını veya kitabını ya da herhangi bir argümanını gündeme getirmemiş, ondan isim vermeden milenyum şiirinin bir 'figürü' diye sözetmiştim. O ise sanki milenyum şiirini kendisi temsil ediyormuş gibi cevap vermiş. Acaba benim kabalığım da bir ucundan vesile olmuş mudur konuya diye alçakgönüllükle yaklaşmamış da, her şeyin başlatıcısı benim kesin diye yaklaşmış. Bu iktidar refleksi hikayesine yine gelicez sanırım. İsimlerimiz nerede yazıldı adımız nerede geçmedi kültürüyle belki benim kabalığımı da birleştirmiştir dememiş mesela. Eskiden olsa ilginç derdim de şimdi ilginc olmadıgı anlasiliyor.


Şimdi şu tekrar meselesini bu blog notunda düşebilirim ama: Özmakas'ın iddiasına göre benim belirlemem “temel olarak milenyum sonrası bir şiire geçildiği” imiş. Hayır, bir şiire geçildiğini, başka bir şiire geçildiğini falan ilk yazımda yazmadığım gibi olayı böyle okumaya meraklı tek kişi Özmakas olmadığından ikinci yazımda da altını çizerek başka bir şiire geçilmedi başka bir ortama geçildi, başka bir şiir evrenine geçildi, başka bir şiir değil ama başka şiirlerin başka akışlarla hareket edebildikleri, dolaşabildikleri, işleyebildikleri başka bir ortam, bu da milenyum şiiri ortamının sonrasına geldiğimizi bize gösterdi demiştim. Bu kadar açık yazmama ve altını çizip durmama rağmen o gene eskisi gibi, ilk anladığı gibi anlamak istiyor. Acaba neden? Eski Türk şiirinin kimi reflekslerinin bir türlü sırttan çıkartılamaması mı sorun? ‪Ayrıca milenyum-sonrası dememim bir diger sebebi de özellikle milenyum-şairi diye anılanların önayak oldugu bir olanagin genişlemesinden bahsetmek içindi yoksa belirli milenyum şairlerinin 2000li yıllar Türk şiirini temsil ettiğini falan da söylüyor degilim. halbuki kimi milenyum şairleri ve figürleri çok eminler böyle oldugundan sanırım. Bu egolar nasıl bu hale geldi diye merak ediyor insan...


Özmakas'ın gerçekten heyecanlanıp dogru düzgün okumadan kaleme sarılmış oldugunu öne sürmek bir açıklama, bir mazeret olabilir elbette, ama burada örtük bir mantık da olabilir. İnsan en azından polemik yazısı kaleme almadan önce adam ne diyor diye bir okumaz mı?


Şöyle bir değerlendirmeyi ben ne dersem diyeyim sürdürüyor: “Özellikle Enis Akın’ın tarihsel olarak bu sürecin ardından gelmediği, tam tersine önünde durduğu çok açık.”


ne garip. İkinci yazıyı yazmamın sebepleri arasında tam da ilk yazıdan sonra böyle yanlış değerlendirmelerle karşılaşmam ve acaba ben mi yeterince açık yazmadım, bir daha bir vurgulayayım bu meseleyi demem de yeralıyordu. Bu sebeple ikinci yazıda Enis Akın'ın elbette yeni çıkmadıgını uzun uzun anlattım. Yeni olanın başka bir şey olduğunu uzun uzun söyledim. Net cümlelerle altını çizerek söyledim hem de.


Milenyum sonrası iklimden bahsedip durmuşum ne gam. Ne kadar uyarırsam uyarıyım, o gene milenyum şiiri (ve onun baş temsilcisi olarak kendisi, Özmakas) gitti yerlerine de Enis Akın geldi demişim gibi cevap vermeyi tercih ediyor. Ben halbuki dediğim gibi onu baştemsilci değil bir figür olarak andım. Ve de onun gösterdiği refleks de ona özgü değil.


Ona özgü olan tek şey birden şaşırtıcı biçimde tanışıklıklara rağmen kabalaşmaktı. Bu da gene iktidar refleksine bağlanıyor. Bam teline basmışım belli ki. Burada benim için üzücü olan kişisel bir üzüntü belki kısmen ama aynı zamanda özgürlükçü dönüştürücü hamleler beklediğiniz bu işe yarasın diye desteklediğiniz öğelerin trene eklenmek dışında bir dertleri olmadığı gerçeğiyle yüzleşmek. Hem üzücü hem de tabii yanılan siz olduğunuz için zor.


Milenyum havasının bitmesi, milenyum sonrası döneme geçmemiz, milenyum şairlerinin 'bittikleri' gibisinden kasap bir anlama gelmiyor.

demişim. Bu, Özmakas'ın iddia ettiği gibi, tarihsel bakış açısını kasap olarak nitelediğim anlamına gelmez. Özmakas'ın ve benzerlerinin tarihsel bakış açılarını kasap olarak nitelediğim anlamına gelir. Başka bir sürü tarihsel bakış açısı var ve mümkün. Mesela benim örneklediğim tarihsel bakış açısı böyle çalışmıyor. Post-milenyum bir iklimden bahsedebiliyorum. Enis Akın gibi çıkışı milenyum virüsünden falan hayli öncelere giden bir şairin bu yeni iklimde yeni bir bağlamda işlerlik kazandığını düşünebiliyorum. Elimde bir kasap bıçağı, lineer bir tarih tasavvurunu bölmelere ayırıp, bunlar geride kaldı bunlar ilerde kaldı şimdi bunlar geldi vs demedigimi de kırk kere söylemişim iki yazıda.


Sonra “Ayrıca bu üç ismin ortaklığının, farkının ne olduğu birer tümce dışında hiç tespit edilmeden ve milenyum şiirine yönelik birtakım saptamalar yapılmaksızın bu sıçramanın nasıl gerçekleştiği açık olmayacaktır. “ demiş Özmakas. İyi de ben milenyum şiirine yönelik saptamalar yaptım, ama herkes kişiselleştiriyor fazlasıyla, her bir şairin ayrı serüvenleri olacaktır ve hiçbir serüven de bitmedi şerhini de koydum. Milenyum şiiri denen dönemdeki kimi deneycilikleriyle öne çıkan şairlerin fonksiyonlarının deneyler yapmak olmadığını (yeni bir deney yapmadıklarını) veya bu fonksiyonun yazdıkları şiirlerin değeriyle nitelenmediğini ama işlevleriyle, delik açmalarıyla, isyanlarıyla nitelendiğini söyledim. Milenyum sonrası iklimin nasıl farklı bir okumaya imkan verdiğini göstermek için de üç farklı isim seçtim bu dönemde başka bir akış kazanmış.


Doğrusu Özmakas'ın yazısına bakıyorum bakıyorum, bir cevap yazayım konunun yakından takipçilerini en azından gözönünde bulundurayım diyorum ama benim önermelerime karşı bir önerme bulamıyorum, bir şey tartışmak da dolayısıyla pek mümkün değil gibi bu şekilde.


Sanırım tek bir konu kalıyor üzerinde bahsetmeye değer, iktidar konusu. Bana abilik tasliyor demesi komik, kaç yıldır bu işlerin içindeyim, ne kimseye müritlik yapmak ne de kimseye abilik yapmak gibi işlerle bir alakam olmadığını herkes biliyor. Bana karşı kabalaşmasına bozuldum ve şaşırdım evet. Fakat şiir aleminde abilik yapmak böyle bir şey degildir. Gitsin o abilere kabalaşsın hemen örneklesinler. Ama abilere hiç dil uzatmadığını bütün eleştirilerini genç şairlere yaptığını da bir tespit olarak sağda solda duyuyordum Özmakas'ın. Bu açıdan bakacak olursak bana saldırmış oluşunu bir gençlik aşısı gibi de yorumlayabiliriz! Veya şunu diyebiliriz -tam da öyle abiciliklerle işim olmadığı için sen bu çıkışı yaptın zaten. Kabalaşıyorsun çünkü abilerinden biri değilim. Olmam da. (iktidarın-yeri farkındalığının Foucault'dan çok önce anarşizmle bize kazınmış olduğunu da hatırlatırdım ama sanırım farketmez. Her ne kaynakla olursa olsun baktın mı görülüyor.)


Yazının genelinde bir iktidar refleksi havası var ama sadece başlık okumakla da olmuyor ki bu iş, meğer milenyum şiiri de bir iktidarmış diye başlık attım dogru, ama dikkat edilirse bir iktidar diyorum, yani Türk şiirinin iktidarına onlar geçtiler asla demiyorum, lafa meğer diye başlamamın da bir sebebi var: ben böyle birşeyin farkında degildim diyorum. Şaşırdım, meger böyleymiş. Ama bu şu da demektir: meğer kendilerini iktidar görüyorlarmış! Ben muhalif bir girişim sayarken meğerse kendilerini iktidar gördüklerini, kolayca iktidar refleksi gösterebildiklerini, bir takım başka olayları ve gelişmeleri ve reaksiyonları da dikkate alarak birbirine bağlayabildim ve buna şaşırma ünlemidir o. Yoksa ben Türk şiirinin iktidarına geldiler falan demedim. Yok böyle bir şey. Ama gelmek istiyorlar, geldiklerini de sanmışlar hatta kimileri. İşte burası ilginç. Benimle yazışmalarından bölümleri biz böyle böyle yazıştık diye gazetelere yazması ve bunun için benden izin almamış olması benim nezdimde en basitinden ayıptır. (başka bir şey de söyleyebilirim de bu kadar söyleyeyim). Ben bu konuyu gazetede tartışmadan önce ona email attım önce kaba cevaplar aldım sonra cevap alamadım. (çok meşgul bir akademisyen oldugu için veya meğerse bir iktidar olduğu için, bilemiyorum) ama zaten özel yazışmalarımızdan tırnaklarla falan alıntı yapmadım. yapmam da. O yüzden içim rahat. Özel yazışmada kendi kullandıgım kimi argümanları sözleri tekrarladıysam da yazımda bunları belirtmeden ve yeni bağlam içinde yaptım. Emailde konuşulanlar benim için emailde kaldı. Futbolcular bile sahadaki olay sahada kaldı demeyi biliyorlar. Demek ki bunlarla yazışırken konuşurken vs de samimiyet kartlarına güvenmemek gerekiyormuş. Alttan bir kazık gelebiliyormuş. Fakat ikinci yazıda dediğim gibi, bu benim sorunum, Türk şiirinin meselesi degil. İktidar refleksi dibimizde büyümüş farketmemişiz, kendi kendine zindanlar atamış. İlk de bizi attı ne yapalım şimdi. Beni kimler kimler zindanlarına attı. Ben çıkarım. Ama onlar zindanın kapısında kalabiliyorlar. Özmakas çok genç hala (bunu demese miydim, şimdi abi gibi konustun diye heyecanlanmasın) umarım değişir, zindanın kapısından ayrılır... karşılaştıgım kabalıklardan sonra başka bir olumlu temennide bulunamayacağım dogrusu. En fazla bu kadarı çıkıyor.


Ha bir de ne diyordum, bu öyle bir yeni iklim ki belki Gülseli İnal da yeniden okunacak ve farklı bir yere oturacak. Siz Gülseli İnal'ı bilmemne yılında çıktı sanıyorsunuz di mi, belki şimdi bir daha çıkacak. (bu çıkma tarihi saplantısı açısından söylersek).


Milenyum şiiri kitabına nerede 'istisnai' dediğimi hatırlayamıyorum. Yazışmalarımı gmailden search ettim, istisnai sözcüğünü orada kullanmamışım. O kitap üzerine özel bir yazı yazmayı da bir ara kurmuş sonra yazamamıştım. Acaba bir konuşmada mı söyledim veya geçerken başka bir bağlamda mı dedim istisnai diye? Ne zaman oldu bu? Neyse, bilemiyoruz, ama iki şey var: a)istisnai demek muhteşem demek değildir istisnai dediysem bile, b)”istisnai olarak nitelenen kitap bir haftada nasıl iktidar oldu” diye ünlemiş Özmakas. Allah allah, senin kitabından bahseden kim? Ben her iki yazının hicbir noktasında ne kitabı tartıştım ne de o kitap hakkında bir yorumda bulundum. Kitap nasıl iktidar olsun, insanlar oluyor, veya olmak istiyorlar, diyelim. Gene kendisini temsili bir statüde görme durumu sanırım ve de kitabını. İkinci yeniyi de Erdost mu temsil ediyor diye tekrar soralım...Dediğim gibi, bırakınız 'istisnai'yi 'muhteşem bir kitap' demiş olsam ne olacak, burada o kitap hakkında her şeyi kendine yontan bir bakışın hayallerindekiler dışında bir tartışma yok, tek bir kelime edilmiyor o kitapla ilgili. Aklımın ucuna da gelmedi açıkcası yazarken. Ama benim muhalefette sandıklarım meğerse kendilerince iktidar olmuşlar dedim, ve ben bunu bir haftada farkettim evet. dank etti ya da. Yanılmışım, yeterince uyanık olmamışım öncesinde. Ama tabii bu dönüşümleri bir haftada olmamıştır. Ne kadar sürdüğünün tarihini kendileri yazsınlar...


Cevap hakkı nerede doğar diye de tekrar sormamız gerekiyor. Şimdi Enis Akın'ın Sylvia Plath kitabı var diye birisi Plath artık bitti yazısı yazarsa Akın'ın cevap hakkı mı doğacak? Burada bir sahiplenme, o alanın sahibi benim, onu ben temsil ediyorum, ona dokunanı yakarım tarzı dayılanma var. milenyum lafının patenti telif hakkı vs Özmakas'daysa son 10 yıl şiiri diyeyim, daha önce bir yerde dediğim gibi Sıfırlar (0'lar) diyeyim, 1000 yıl şiiri diyeyim de utanç verici bir söz daha işitmeyelim...Bundan sonra Binyıl-sonrası falan diyelim bari...


Aslında pek de gerekli olmayan ve meraklısına notlar bıdıbıdılıgındaki bu notları konunun az sayıda yakından takipçilerine yazdıktan sonra esas meseleye geçebiliriz.


Milenyum-sonrası iklim vaadkar bir iklim. Şairlerin hiçbirini iptal etmiyor. Milenyum şairleri de dahil olmak üzere, bu okuma. Ellinci kez galiba söylersem. Ama bir şiir kavrayışının sönümlendiğini bize gösteriyor. Tam da sönümlenirken etrafı mı ısırıyor acaba?


Bu yeni okumalar yeni yazmalar yeni bağlantılar evrenini iyice bir elden geçirmek gerek. O da gazetelerdeki dergilerdeki yazılara kalsın...


Özellikle yeni okumalarla yeni yazmaların çapraz akışları ve kesişmeleri konusuna yönelmek gerek gibi gorunuyor...




11 Mart 2011 Cuma

İLETİŞİM ÇAĞI TÜRKİYE'DE DELETE EDİLDİ



Paranoya artık paranoya olarak anılamıyor. Stasi günleri yaşadığımız duygusu hakim. Von Donnersmarck'ın Başkalarının Hayatları (2006) filmini bugün seyretsem naif gözükür bütün o dinlemeler, takipler. İnsanları suçlamak için delillere ihtiyaç duyulması çok arkaik gelirdi herhalde! Emaillere kimse güvenmiyor, cep telefonları 'cebimdeki düşman', pencere kenarları bile olası gözetlenme noktaları sayılıyor bazen! MOBESE kameralarına karşı protest tiyatro oyunları yapan muhalif gruplarımız vardı bir zamanlar; şimdi olsa böyle bir girişim, gözetlemenin böyle çokgözlü, böyle yaygın bir hale geldiği bir anda hangi kamera, hangi dinleme cihazı önüne protesto yapılacak? Dahası arkadaşlarla yüzyüze konuşmalar bile bir tehdit. Sohbet arasında geçen hangi referansın sonra bir gün neye dönüşeceği belli değil. Mantık sınırları tespit edilemediği için alakalı alakasız herkeste bir temkinlilik var. Öyle oldu ki iletişim çağı Türkiye'de delete edildi. Zaten o bu bahanelerle sürekli internet yasakları da yaşıyoruz. Bloglar da kapandı. Yarın öbür gün bir Facebook – Twitter sansürü de beklemek gerek sanırım. Şimdi kullanılamayan telefonlar, çıkartılan piller, arkadaşlarla paylaşılamayan hayatlar yaşıyor Türkiye'de insanlar. Sıkı sıkı sarıldığımız bir özgürlüğümüz var: özgürlüklerin tıkandığını söyleyebilme özgürlüğü! Ki Ergenekoncular kontrolünde olsak bu da olmazdı diye sevinmemiz beklenmiyor mu temelde... Öte yandan gerçekten de durum bu! Militarist ortama göre daha fazla konuşma hakkı olduğu kesin. İşte kültürümüze özgü bir mutluluk sebebi!...

Türkiye'de delete edildi falan da aslında Natsidrük'te zaten çoktan delete edilmişti. Ama zannetmiyorum Türkiye siyaset ikliminde Kürtlerle genel bir empatiye yol açsın bu baskı ortamı. 12 Eylül bile açmadıysa...


10 Mart 2011 Perşembe

süper hızlı tashih

blogosferdeki sansürü gerek yurtdışından gerekse olası yurtiçi arka yollardan delme yolları olduğunu bana hızla hatırlattılar.
blogosferdeki örtü hafif demek ki. en azından bazıları için...

öyleyse siyasete dönelim: Ras Lanuf düşmüş...

blogosfer örtü altındayken sansür yasak

birden aklıma geldi -neden blogosfer tükiye kullanıcısına yasaklanmışken öyle bir bloga notlar düşmüyorum ki dedim. nasılsa kimse göremeyecekken. tuhaf bir bloglama calismasi. oyle bir bosluga. link falan da bir yerde vermem. sansürün içine yazmak gibi...
yazıp yazıp sansür kuyusuna at...
Son House dinliyorum şimdi, ne adam... hırlıyor resmen. kişniyor.
evet ne dinlediğimden bu an tamamen kapalıyken bahsetmek...
gerçi başka yurtdışındaki kullanıcılar da bakabilirler ama küçük ihtimal...
hotmailde msnde kişi kendini arkadaş ilan ederse ne oluyor diye bakmıştım.
çok sevimli oluyormuş. şimdi uzun zaman sonra msni açınca bir tek kendimi gordum online. bir'in anlamı cogaliyor, öteki ile sınırlar flulaşıyor...
bir de bana online sureyyyanin hangi sarkiyi dinledigini soyluyor.
Son House imiş!
ama adamın kişnediğini hırladığını söylemiyor msn...

4 Mart 2011 Cuma

TECAVÜZE UĞRAMAK İSTEMİYORSAN ARABAM.COM'A GEL

OTOMOBİL UÇAR GİDER

milliyet.com.tr'de cok agir bir tecavüz haberi okuyoruz. belediye otobüsüyle duraktan alıp kaçırma, iki kişinin şiddetli tecavüzü, feci bir olay...
haber şurada:
http://gundem.milliyet.com.tr/iett-otobusunde-tecavuz-dehseti-/gundem/gundemdetay/04.03.2011/1359869/default.htm

ama dünya daha da feci.
haberin hemen altinda, tam bir satır altında, haber biter bitmez, şoktaki okuyucuyu yakalamaya çalışan bir ilan var (muhtemelen öncelikle kadın okuyucuları):


tıkladıgınızda kendinizi arabam.com istesinde buluyorsunuz...

otomobil sektörü tecavüz haberlerinden de böyle nemalanmaya çalışıyor demek. gazetelerin de işbirliğiyle tabii...



25 Ocak 2011 Salı

Granta 111


Granta'nın 111. sayısını okuyorum dünden beri. fena gerçekçi öykülerle çizmişler çerçeveyi. Aslında Leila Aboulela'nın Sudan (Hartum-Londra) öyküsü naif bir başlangıç bile sayılabilir. Ama o gerçekçilik üslubuna aralıyor insanı. Janine di Giovanni'nin Saraybosna hesabı sade sertlikte. Nicholas Christopher'ın şiirini beğeneceğimi hiç sanmamıştım okurken, ama biterken anlattı neyi iyi yaptığını. Chimamanda Ngozi Adichie'nin Lagos(Nijerya) öyküsü de sadelik içinde. Claire Vaye Watkins'in bir trafik kazasında bulunan arabadaki adrese mektuplardan oluşan öyküsü de eski yıllara götürdü beni. (Ki bu sayının üst başlığı da Going Back/Geçmişe Dönmek) Ama başlığa dikkat etmeden bile okunsa eski yıllara götürüyor...

en iyisi bir öykü daha okuyup uyumak...

Tango


Sıcak Nal'ın 6. sayısının Takip köşesinde yayınlanan Islak Yoldan Kurtuluş yazısını toparlarken madem cinsellik üzerine filmlere baktım da neden daha geriye gitmedim ki? neden yakın dönemde izlediklerimden ibaret bir okumaya yaptım? Linda Williams'ın Screening Sex'ini karıştırırken düşündüm bunu. Keşke Paris'te Son Tango üzerinde de dursaydım. Williams, Bertolucci'nin bir ilişkinin bir adamın bir kadının parametrelerini hikayesini bizzat doğrudan seks sahneleriyle anlattığından bahsediyordu. film baştan başa seks üzerine gibi algılanmıştı. eğer yazabilmiş olsaydım, Lady Chatterley'in hala ayrıksı bir yerde durduğunu söylemek isterdim: çünkü Bertolucci'de sorunlar cinselliğe yansıtılmakta, sorunlar cinsellikle çözülmek istenmekte, kısmen (geçici) başarılar elde edilmekte, sorunların gevşediği momentten itibaren de cinselliğe ihtiyaç kalmamakta ve cinsellik havası kaçan balon misali sağa sola çarparak sönümlenmekte. yani gene bir cinsellikle kurtuluş alıştırması var, tabii benim yazıda andığım diğer filmlerden çok daha derin bir yapı, ve de doğrudan belirsiz bir kurtuluş metaforu, orgazmik bir altın çağ metaforu yerine çok daha alçakgönüllü ama karmaşık bir yerli yerine oturtma şeması var.
sonra Deep Throat üzerine de uzun bir bölüm vardı Williams'ın kitabında. (Her iki film de 1972 tarihliydi yanlış hatırlamıyorsam). Deep Throat ve Son Tango üzerine o günlerin dergilerinde çıkan heyecanlı, kucaklayıcı yazıları, o övgü yazılarında kullanılan dili çözümlemesini okumak hayli keyifli Williams'ın. Deep Throat'a açılan müstehcenlik davasıyla ilgili tartışmalar da ayrıca ilginç geldi. özellikle çağrılan Freudyen bilirkişinin klitoral orgazma karşı olmak üzerinden filme yaklaşımı... Filmin Amerikan toplumunda cinsellik ufkunu tek başına değiştirmekte oynadığı öncü rolü de tartışıyordu Williams.
Deep Throat mesela Chatterley gibi cinsellik sayesinde kurtuluşu değil cinselliğin bizzat kurtuluşunu ana dert edinen bir hikayeye sahip. cinsel hayatın kendisi meşru bir dert, başka dertlerin çözümü için araç değil.
Duyular İmparatorluğu'na ise koca bir chapter ayırmış Williams. Duyular İmparatorluğu'na değinmemiş oluşuma da hayıflandım. Duyular İmparatorluğu gibi bir klasik üzerine de düşünülmeliydi öyle bir çerçevede.
neyse, ne yapalım. oldu artık bir kere.

Tango demişken, tango günümüzde bir app! telefondan telefona iphone ve android yüklü telefonların internet üzerinden konuşmasını sağlıyor. tabii Tango için iki kişi lazım esprisini programı yükledikten sonra, biraz geç olarak idrak ettim -ancak karşı tarafta da yüklüyse çalışıyor!
neyse, hemen silmedim. belki bir faydasını görürüz...