27 Aralık 2010 Pazartesi

kanehara'dan çektiklerim


Hitomi Kanehara'nın Snakes & Earrings romanını birinden ödünç alıp birkaç yıl önce okumuş ve çok sevmiştim. bir hayat bir ritm vardı, bir japonya ritmi, gençlik ritmi, piercing ritmi. ne derseniz... Türkçeye de çevrilsin istedim hatta kitap...
neyse, yıllar sonra, kitapçıda gezerken, Snakes and Earrings'i gördüm, kitap bende yok ama çok tatlı oldugunu biliyorum, alip kutuphaneme koysam mı diye dusundum, sonra hadi okumadigimiz birşeyini alalım madem di mi ya diye bir saçmalık yaptım, ve Autofiction adlı romanını aldım (Vintage, çev. David James Karashima, 2007).
berbat bir şey çıktı. bu ne farktır... bir janrın kötü taklidi gibi bir kitap bu Autofiction.
simdi bakiyorum birkaç kitabi daha varmiş. almaya kalkışır mıyım hiç bilemiyorum bu kötü tecrübeden sonra...


20 Aralık 2010 Pazartesi

Exeter'da bir akşam



Exeter'daki "radikal fikirler" workshop'undan sonra donuse gecmistim, tren istasyonuna dogru... bir pub'ın önünden geçiyordum, kapıya astıkları ilana gözüm takıldı. tam bana sesleniyorlardı, tamam burdan geçip gidiyorsun da bir sürü güzel şeyimiz var içerde, bir girsene, ne duraksıyorsun, gibisinden bir metin. hak verdim. bir pint içtim orda, biraz Independent okudum, sonra çıktım, istasyona dogru yola devam ettim, hava iyice kararmisti, cok etkileyici geldi bir goruntu, fotografini cekeyim sunun dedim, ama bir isteksizlik de hissederek, cunku nefis bir goruntunun onunden de geçsem çektiğim fotograf kesinlikle nefis falan olmadığı gibi güzel bile olmuyor. işte çektiğim fotoğraflar yanda. yani ortada...
bir keresinde Atlas dergisi için Murat nehrini takip etmiştik, Ağrı, Muş... karlar altında. bir ara, birlikte yolculuk ettiğimiz fotoğrafçı arkadaş, makinesini ayarlamış, görüntüyü kontrol etmiş, beni çağırdı, gel bir bak diye, geldim bi baktım, sonra fotoğrafını çekmek üzere olduğu manzaraya dondum. ı ıh... kesinlikle burası senin fotoğrafindaki kadar güzel değil dedim! beş para etmez bir manzara, bu şekilde fotoğrafı çekilene kadar tabii...


18 Aralık 2010 Cumartesi


eric satie linkine rastladim bir arkadaşın adresinde: http://www.facebook.com/video/video.php?v=1500685434263&oid=322301451425&comments

bu istanbul şarkısı için seçilen görseller ne ilginç.

Gürdal Duyar'ın Güzel İstanbul heykelini hatırlatıyor.
ne heykeldi ama!
veya ne heykel ama, ne isim, ne dogrudan ama kiç değil hiç.
enteresan.

Lady Chatterley's Lover'ın baslarinda, İrlandali bir oyun yazari, yalnizligi sozkonusu edildiginde, yok artik ben ne İngilizlerle evlenebilirim ne de Irlandalilarla, diyor, Amerikalı denemesi oneriliyor, reddediyor, sonra fantezi, bir Turkle evlenmekte dugumleniyor. "find me a Turk or something -something nearer to the Oriental" (bana bir Türk falan bulun -Doğuluya daha yakın birşeyler" gibi)

bana bir Güzel İstanbul bulun--bir Güzel İstanbul ile evlenmek istiyorum, da diyebilirdi.


Leopar


Leopar'ı seyrettim sonunda. Kütüphanede cuma akşamı bir film alsam mı diyordum, haftasonu seyrederim zamana yayarak diye. karşıma çıktı birden. aldım hemen.
ne kazar uzun filmmiş. gerçekten böle böle seyrettim. biraz seyret, birak baska seyler yap, gazete oku kitap oku geri dön biraz daha seyret, makale oku, geri don biraz seyret, ekrani kucult gmaile bak haber sitelerine bak, haydi tekrar dön seyret....
ama balo sahnesinin baslangicindan itibaren, yani son turu, bir maratonu stadyumda bekler gibi, kesintisiz seyrettim.
Lampedusa hakkında şurda burda okuduklarim, üzerinde durabilecegimi dusunduruyor.
ama itiraf etmek gerekirse henuz Leopar'i okumus degilim. acaba neden atladim? okuyayim diye bile dusunmemistim onceden, birakiniz okumayi.
once klasik filmi seyretmis oldum. ama sonucta film de Visconti filmi.
tarihin şimdi degilse de yarın yaratilabilecegi fikrinin altini cizmeyi dusundum, o diyalogun. ama bunun icin kitabi okumak lazim.
acaba turkiyeye donunce turkcesini mi alip okusam burada ingilizcesini mi alsam? ilginc bir sekilde, turkcesi daha ucuz. acaba cevirisi de daha iyi midir?
Claudia Cardinale ne kadar güzelmiş! bilmiyormuşum veya unutmuşum. ve ne tuhaf bir oyunculuğu var. bir yabansılık. mesela Angelina Jolie'ninkinden cok farkli bir disilik. bazı hareketlerini anneme de benzettim. yoksa onlar bir donemin hareketleri miydi?
bu arada film neredeyse 3 saat. tam maraton gibi...
178 dakika.

16 Aralık 2010 Perşembe

SALGIN


Lars von Trier'in bir erken donem filmi vardi, seyrettiyseniz: Epidemic (Salgin, 1987). daha sonraki donemlerinde sikca karsimiza cikan idealistlerle ugrasma tavrinin bir nevi baslangici. filmde bir doktor, idealist bir doktor, insanlara yardim etmek ve onlari salgin hastaliktan korumak icin koy koy gezerken hastaligi kendisi bizzat cantasinda tasimakta ve yaymaktadir. salgin zaten idealistin cantasindaki seydir.


Trier bir soyleside idealizm ile arasinin bozulmasini Yugoslavya'nin dagilmasina bagliyordu. 1986 tam da islerin Sirp kisminin kizismaya basladigi gunler...


son gunlerde ilginc bir sey yasandi, diyebiliriz ki film gercek oldu!


Deprem sonrasi Haiti'ye yardima giden idealist Birlesmis Milletler gonulluleri Haiti halkina kolera salginini tasidilar!


Ayni filmdeki gibi...



15 Aralık 2010 Çarşamba

uzun sacli salinan oglanlar!



Ergin Yildizoglu Londra'daki ogrenci eylemleriyle ilgili bir yazi yazmis. A-infos.tr'deki arkadaslar da A-infosda dolasima sokmuslar, ben de bu sayede gorebildim okuyabildim. Yildizoglu'nun eline saglik genel olarak elbette, eylemleri turkiye okuruna biraz olsun tanitiyor gosteriyor destekliyor. ama iki komik nokta da dikkat cekiyordu.





birincisi Yildizoglu, Yates'in siirini alintilayarak giriyor yazisina. baslikta da kullanmis ayni siiri. soyle diyor: "Perşembe akşamı Londra'da öğrencilerin eylemlerini, parlamentomeydanındaki işgali ve çatışmaları izlerken aklıma, W.B. Yates'in"Paskalya, 1919" başlıklı şiirinin ünlü dizeleri geldi "Her şeydeğişti, değişti tümüyle /Korkunç bir güzellik doğdu". Yates bu şiiri,İngiltere'nin orantısız bir güçle, mutlak bir önyargıyla bastırdığı,ama daha sonra IRA'nın doğum günü olarak tarihe geçen Dublinayaklanmasına katılanlar için yazmıştı."





halbuki siirin ismi "Paskalya, 1916" olacakti. bu bir kucuk yanlis degil, bir tur lapsus bence.


Yildizoglu bir kemalist olarak tarihi kirilma ani denince 1919'a kayiyor bilincaltindan. siiri aslinda 1919 anisina da yazilmis bir siir gibi okuyor belki icten ice!



mesela soyle okuyor olabilir mi: "19 Mayis 1919 oldu/Her şeydeğişti, değişti tümüyle / Korkunc bir guzellik dogdu!"


diger kucuk komik nokta da su, biraz asagida da diyor ki:


"Meydanda ateşler yanıyor, Curchill'in heykeline "Biz senin kölelerindeğiliz" flaması asılıyor, biri heykelin kaidesine işiyordu. Bir kızöğrenci İngiltere bayrağına asılarak sallanıyordu."





Ingiliz bayragina asiliyordu dedigi kiz ogrenci aslinda Pink Floyd'dan David Gilmour'un oglu Charles Gilmour 'du!





uzun sacli gorunce hemen kiz sanmis :)





bu arada Gilmour bir askeri anitin uzerindeki Ingiliz bayragina asilip sallanmisti. acaba Mogollardan birinin -uzaktan Yildizoglu'na kiz gibi gorunecek- uzun sacli oglu bir gosteri sirasinda bir askeri anitin Turk bayragina asilip lunaparkta gibi sallansa Cumhuriyet gazetesi bu olaya ne derdi?

hele bi de biri bir yuce heykele isese! mesela Yildizoglu o eylemi de savunabilir mi acaba ayni gazetede...

saldirilanlarin ulusal iktidar sembolleri oldugunun farkinda olduguna gore, bunlari turkiyeye tercume ederken neye denk geldiklerini de kestirmis olmali. oyleyse, direkt bu fiillere cagirmali okuru!

5 Kasım 2010 Cuma

naif hat


edebiyatta naif bir hat izliyorum bugunlerde. Nicola Barker'ın ilk oyku kitaplarından Heading Inland'den sonra bir John Updike aşk öyküleri seçkisine geçtim: The Women Who Got Away. 50ler, 60lar, çekingen aşklar. derken Ilgın, Richard Yates'in Liars in Love'ından öykü çevirsek mi Sıcak Nal'a diyordu, ben de okumamıştım, onu aldım elime. Yates'in o basit ama etkili anlatışına bıraktım kendimi. Updike'dan sonra öyle net bir süreklilik oldu ki, sanki bir edebiyat deneyinde üretilmiş metinleri okuyormuşum gibi geldi. Liars in Love'dan öykü çevirebileceğimizi pek sanmıyorum. her biri 30 sayfa. ama 3 sayfa gibi okunuyor ayrı mesele. Updike ile Yates'in kahramanlarının sokak kadınlarıyla rabıtaları bile birbirini takip ediyor gibi. bir de üstüne arada Mad Men seyrediyorum. üstelik eski sezonları. She is so much woman günlerini...

The Wire diye bir dizi varmış, ilk kez Londra Anarşist Kitap fuarında duydum! :)
polisiye bir dizi anladığım kadarıyla. ama seyreden etkisinden çıkamamış. çok kaliteli olduğunu söyleyip durdular. Anarchist Studies standında dururken standa gelen bir anarşist akademisyen ısrarla tavsiye etti durdu diziyi. yan stanttaki eski tüfek eğitimde anarşi yanlısı amcalar da meğerse her bölümü sular seller gibi bilirlermiş. cahil cahil kaldım. sonra Londra'dan Loughborough'ya dönerken trende Guardian okuyordum, ve bir gazetede The Wire'ın adını anan tam iki (2) yazıya rastladım!
bir komplo gibi...
seyretmeye deger mi bilem
edim. amazondan baktım. 5 sezonu oynanmış bitmiş kutuda satılıyor indirimde falan. 5 sezon. hadi paraya kıyıp aldın diyelim. peki zamana nasıl kıyacaksın!
evsahibiyle konuştum, ayağını falan kırarsan harika olur öyle deme diyor...
tam bir cennet tasavvuru gibi gelmedi...
gene de merakım sürüyor...

okulda Robyn Roslak'ın neo-Impressionism and Anarchism'ini çalışıyordum bugün. Roslak bu konuda yeni birşey söylemiyor denebilir ilk başta. neo-empresyonistler ile anarşizmin bilinen bağlarının üzerinden geçiyor gibi. ama yaptığı farklı bir şey var ki işleri okumaya yöneliyor. tek tek konularına, ele alınışlarına bakarak. resimleri önüne açıp inceliyor. aanatkarlar nasıl ele alınmış, Paris (şehir) nasıl ele alınmış.
sanat eseriyle düşünmek dediğim şeyi örnekleyen tarafı öne çıkıyor.
neden neo-empresyonistleri anarşist basında bu kadar az kullanıyoruz diye alakasız bir şey düşündüm okurken.
biz de suçluyuz, ne Karaşın'da, ne Varlık'ta vs dosyalar yaptığımız dönemde, ne de Siyahi'de hiç ilgilenmedik.
varsa yoksa günün politik sanatı.
halbuki biraz anarşist ikonografiden zarar gelmezdi.
noolurdu okurlar gene mi bir anarşist dergide Maximilien Luce deselerdi, yani artık yeter falan gibisinden...
:)
ileriye kaçmışız galiba, Kıvılcımlı'nın deyimiyle, sadece bugünün politik sanatını arayarak...
bir sonraki fırsatta kulağımıza küpe olsun...

31 Ekim 2010 Pazar

Anarchist Thought in India"

"Anarchist Thought in India" (Hindistan'da Anarşist Düşünce) diye bir kitap okuyorum. 1962'de Hindistan'da basılmış. Bombay'de basıldığı yazılı. Bombay'in Mumbai ismine geçmesine daha otuz yıldan fazla var.
1962 anarşist çalışmalar için bir ara dönemin bitmek üzere olduğu günler demek. George Woodcock meşhur kitabı Anarşizm'i yeni yayınlamıştır. 60larda tüm kültüre ve siyasete iz bırakacak "ikinci anarşist dalga" henüz gelişmiş değildir. gelişmiş olmamayı bırak, Woodcock gibi biri için bile, bir ipucu dahi yok böyle bir dalganın geldiğine dair. Woodcock 86da yazdığı önsözde 62deki psikolojisinin bu umutsuzluktan şekillendiğini o yüzden açıklamak gereği duyar. Woodcock'un anarşizmi malum bir ölünün ardından yazılmış methiye havasındadır çünkü.
kısacası anarşizme henüz 60lar ilerledikçe ortaya çıkacak küresel ilgi başlamamışken Hindistan'daki bu çalışma nasıl ortaya çıkmış acaba?
bu aslında anarşizm tarihindeki ezberlere yeniden bakmaya çalıştığım bir dönemde tırtıklıyor zihnimi. orada gündemde miydi? Gandi orada her zaman gündemde olduğuna göre... ki kitap da temelde Gandi'nin anarşizmini tartışıyor aslında. hani sıkı bir anarşist yoldaş edasıyla yazılmış sanılmasın. hatta okuduğum kadarıyla aksine, Hint düşünce tarihinin anarşizme uygun bir platform olmadığı iddiası ağır basmakta. ama yine de ilginç açıkçası...
yazarın adı Adi H. Doctor... soyadının "Doctor" olması insanda kuşku uyandırıyor. bu gerçek bir isim mi?
biraz googlelayınca dünyanın Adi Doctor'larla dolu olduğunu öğreniyorum!
:)
adamımızla ilgili daha çok sayfa dolaşsam belki bir iz bulurum ama kitabı bitirmeden yapmak istemiyorum bunu bu kez. muhtemelen anarşizmle mesafeli topa girdiği için...
yayınevi de şu: Asia Publishing House.
bu da takma bir isim gibi değil mi?
neredeyse Hindi-stan da takma bir isim gibi gelecek!
kitap Mumbai'de yayınlanmış, ama sonra birileri onu İngiltere'ye getirmiş. nereye mi? Hammersmith and Fulham Halk Kütüphanesine. halk kütüphanesinde ne işi var böyle bir çalışmanın, kim onu taa Hindistan'dan sipariş etmiş? olay nasıl gelişmiş bilemiyorum tabii.
hammersmith kütüphanesi hırsızlıktan korktuğu için herhalde, kitaba çeşitli damgalar vurmuş. baş sayfalara vurduğu yetmemiş, içerde rasgele bir yere de vurmuş. o da yetmemiş, minik iğne uçlarıyla açılmış deliklerden oluşan harflerle kütüphanenin ismini basan değişik bir damga daha vurmuşlar.
ama sonra gün gelmiş, sahip olduklarını ispatlamak için bunca uğraştıkları kitabı koleksiyonlardan çıkarmaya karar vermişler. belli ki koleksiyonlarını yenileyecekleri bir sırada satışa çıkarmışlar.
biri o satıştan kitabı muhtemelen ucuz bir fiyata almış. ve alıp da taa Hindistan'a geri götürmüş.
sonra 2009 Şubatında, ben amazonda görüp sipariş etmişim. üzerinde Hindistan damgaları taşıyan bir postayla kitap tekrar İngiltere'ye gelmiş. herhalde Hindistan'daki bir sahaftan. (Hindistan'a kitabı götüren kişinin de elden çıkardığını düşünebiliriz dolayısıyla)
kitabım Hindistanlardan hoş gelmiş sefalar getirmiş sevinçle elime almışım ama haydi hop hop derken okumadan Türkiye'ye götürmüşüm, Bahçeşehir'de bir rafa yerleştirmişim, olmamış, oradan Ümraniye'ye taşımışım, olmamış oradan tekrar İngiltere'ye taşımışım. ve şimdi okuyorum işte...
sanki kitap ilk kez okunuyormuş gibi de geliyor sayfalarını çevirdikçe.
galiba doğrusu okuyup bitirdikten sonra Hindistan'a geri göndermek olacak!

14 Ekim 2010 Perşembe

daisy

Nicola Barker'da neyin yumuşacık olduğunu hissettim sanki, The Three Button Trick adlı öyküsünü okurken. gözümün önüne Varlık baskısı Daisy Miller geldi , henry James'in kitabı. aynı naiflik, küçük hırslar, acı ve tamir edilebilirlik, ya da james bende öyle kalmış. Daisy Miller'ı ne çok severdim. İstanbul'a dönünce unutmasam da tekrar okusam. ya da burada alıp okuyayım evet...
Three Button Trick gibi naif ingiliz öyküleri gerçekten de böğürtlen tadı gibi bir tat bırakıyor...

13 Ekim 2010 Çarşamba

istanbul'un anarşist kitabevi neresi marksist kitabevi neresi?

dün bir de Londra'da Housmans'a uğradım.
londra'nın marksist kitabevi denebilir herhalde.
Bu sefer Freedom'a, Londra'nın anarşist kitabevine gitmedim çünkü 10 gün sonra nasılsa Londra Anarşist Kitap Fuarı var. orada bakarım neye bakacaksam.
Freedom herhalde 100 yıllık. Housmans da 1945'de kurulmuş.
İstanbul'a bir misafir geldi, marksist kitabevi nerde bulurum dese nereye yönlendiririm acaba diye de düşündüm.
eskiden herkes bütün kitabevleri marksist gibi gelirdi bana. bazıları daha marksist bazıları daha az marksist gibi. veya bazıları şu kanada yakın bazıları bu gibi.
şimdi marksist kitabevi söyle deyince emin olamıyorum.
küçücük de bir yer Housmans aslında.
küçücük bir anarşist kitabevi de istanbul'da olsa diyor insan.
mesela Amargi ne güzel yer. anarşist mi marksist mi feminist mi bilmem ama çok güzel. işte öyle bir yer olmalı.


özlemişim İngiltere'yi

uçak inişe geçerken, Heathrow üzerinde, İngiltere anıları bana sokuldular ve inene kadar da onlarla oyalandım. indik, daha havaalanına girerken içime hoş bir duygu yayıldı. ama en komiği şuydu, tam pasaport kuyrugunda beklerken, içimden "özlemişim İngiltere'yi" cümlesini kurdum, gülümsedim, ve bir dakika sonra İngiliz polisi benden parmak izimi alıyordu!!
:)
işte buna gülünür dedim haliyle.
hem başparmak hem de işaret parmağı izi verdim İngiliz hükümetine.
bundan sonra cinayet işleyecek olursam daha dikkatli olmam lazım artık database beni de içeriyor gibisinden zayıf iç espriler yaptım.

artık Türkiye'de de pasaport alırken parmak izi veriyormuşsun. ben alırken yoktu böyle şeyler.
İngiliz gümrük polisi de neden parmak izimi alıyorsunuz sorusuna "vizenizi 2007'de aldığınız için parmak iziniz kayda geçmemiş, o yüzden şimdi alıyoruz" diye cevapladı!
yani neden alıyorsunuz sorusuna bile neden şimdi cevabı geliyor. neden neden değil.
evde olsak Ada'ya derdim çek bir Neden Neden Ailesi! (böyle bir çizgi film var ya)

Atatürk havalimanında da şöyle bir komedi ürettim kendi kendime: bizde hani havalanına ilk girerken de bir aramadan geçiliyor ya, o arama sırasında Londra'da kullandığım Oyster kartımı pantalonumun sol cebine koymuştum, pasaportun yanından, pardesümün iç cebinden alıp. pasaportu çıkartıp durucam şimdi bir yerde düşmesin kaybolmasın düşüncesiyle. sonra içerde böyle birşey yaptığımı tamamen unuttum. buradaki ev ahalisine ve bölümdekilere götürmek üzere lokum falan alırken aklımdan uçtu gitti. alışveriş sırasında duty freelerde pasaport da gösteriliyor ya, tam pasaportumu cebime geri koyuyordum ki Oyster kartımın olmadığını farkettim cepte! birden panikledim. lanet olsun dedim düşürdüm bir yerde. biliyordum düşebileceğini. hemen danışmaya gittim. telefonla arama noktalarına sordurttum. Oyster kartın ne olduğunu sorduklarında da 'Londra akbili' diye tarif ettim! neyse, bir süre görevliler kayıp bir Londra akbilini aradılar ama bulamadılar. ben de üzütüyle kös kös uçağıma doğru yürümeye başladım. Ve derken pat elime geldi Oyster. Aaa pantalon cebimdeymiş oldum. Ve sonra bütün süreci hatırladım.

düşündüm, belli ki dedim, kendimin bir adım önündeyim!
kendimden bir adım önde olmak böyle birşey herhalde. ben kaybolacak diye önden koruyorum sonra kendim arkadan gelip kayboldu sanıyor.... ve sonra ben gene bulup kendime geri veriyorum!..

23 Eylül 2010 Perşembe

heine

cevat çapan bugünkü cumhuriyet kitapta heinrich heine'den şiirler yayınlamış ve pek türkiyede bilinmediğini sevilmediğini söylemiş.
öyle midir gerçekten?
ben lise çağları civarındaydım sanıyorum, Şarkılar Kitabı tarafından ele geçirildiğimde...

7 Eylül 2010 Salı

pardon bi john zorn alcaktım---

şimdi John Zorn dinlerken aklıma geldi, geçenlerde beyoğlu mephisto'da ben kasanın civarlarındayken biri geldi kasadakilere böyle pat diye "pardon, John Zorn var mı?" gibisinden bir giriş yaptı! şaştım kaldım. takdir de ettim. böyle yapmak gerek. D&R'a girip, kasaya yaklaşıp direkt "bir Kekeme Türk Şiiri lütfen," diyeceksin mesela...

ben Istvan Örkeny'nin Bir Dakikalık Öyküler'ini arıyordum kitapçılarda geçtiğimiz günlerde örneğin. kasaya veya danışmaya yaklaştığımda nasıl bir alttan alma içindeyim; kitabın adını, yayınevini, böyle dünyanın en bilinmez şeyini isteme kaprisiyle karşılarına geldiğimi kabul edercesine ve mahcubiyetle açıklıyorum. tabii bu tuhaf isteğim layıkını buluyor ve kitap hiçbir kitapçının stoğunda gözükmüyor. neredeyse özür dileyerek uzaklaşıyorum! :)

çok geç ama boykot

pazar günkü yazıma "boykot ama çok geç" başlığını atmıştım ama tersini de atmalıymışım yani "çok geç ama boykot" da olabilirmiş veya o da olmalıymış.

boykot hattının iptal olmadığını göstermek üzere...


5 Eylül 2010 Pazar

ece temelkurana açık mektup!

bu açık mektup dilini unutmuşum. şimdi not yazmaya kalkarken birden aklıma geldi. bilmemkime açık mektup! halbuki günümüzde her blog metni açık mektup gibi. yoksa değil mi? kuşkuya düştüm bile. belki gerçekten de internet çağında açık mektup mümkündür.
neyse, ece temelkuran nereden çıktı diyeceksiniz. malum, temelkuran boykot cephemizi terkederek hayır'a dümen kırdı. baktım şurda burda bu makas değiştirmeden bahsediliyor bolca.
benim boykotun da pek bir işe yaramayacağına dair analizlerim baki.
ama boykot propagandasını sürdürmeyi boykot söylemini sürdürmeyi gene de hala siyasi bir gereklilik sayıyorum. ve de boykot cephesine çağırabiliyorum. bir boykot tebliğcisi gibi.
dolayısıyla diyorum ki, ey ece, geri dön!
boykottan sapma!
tahminimce evetçilerin ağır markajı ve belaltı vurmaları yıldırmıştır ve bir reaksiyonla "ya basta" diyerek hayır'a sapmıştır.
bir televizyon programında biraz izlemiştim birkaç gün önce. ablukaya alma kişisel saldırıya geçme mantık zeminini kaydırma gibi yöntemler izleyen televizyon yorumcuları var maalesef.
iktidarı arkasına alan zaten ekstra bir çirkinleşme rüzgarı hissediyor.
iktidar hayırcılarda olsaydı bu sefer de onlarda görürdük aynı salvoyu.
herkes nuray mert değil ki.
dahası herkes nuray mert olmak zorunda mı?
temelkuran da çekip hayırcı oldu tamam.
ama diyorum ki bu reaktif karardan geri dön!
boykota geri gel!
referandummaniaya kapılma.
referandum gelir geçer. siyaset devam edecek. diri kalmak gerek. hattan kopmamalı. özneleşme sürecini sıfırlamamalı. kaldığımız yerden devam edebilmeli, toz duman dağılınca.
bakıyorum email gruplarında başka boykotçular da yetti kardeşim madem temelkuran da böyle yaptı haklı kadın biz de hayıra geçelim diyorlarmış.
aman diyorum.
boykotta kalalım. boykota dönelim.
bir şey elde etmek için çok geç olsa da...
çünkü devamı getirilebilir başka bir yerde durmak için çok geç değil---

hakemi de dövelim mi?

türkiye yunanistan maçından önce ntvde murat didin ile yunanistanda basket de oynamış ibrahim kutluayın bütün teorilerini evsahibi olmanın avantajıyla rakibi dövelim'e çevirmeleri pek rahatsız ediciydi. sonra baktım mehmet demirkol da benzer şeyler söylüyor, evsahibi oldugumuz için hakemi baskı altına alıp faul çalmalarını engellemeliymişiz! iyi mi... basketbol olunca fiar play birden neden iptal oldu anlamadım.
bir de umarım oyuncular bunları dinlemiyorlardır diye düşündüm. yani tek şansımız rakibi faulle hakem baskısıyla sert oyunla evsahibi avantajıyla sindirmek mi? başka türlü başarılı olamaz mıyız? yani basketbolda başarılı olmak için basketbol oynamamamız mı gerekiyor?
peki klasik bir FB-GS derbisinde seyirci hakemi baskı altına almaya çalıştığında neden alkışlamıyoruz? yoksa milli maç mı farkın sebebi?
bir de Rijkaard'ın bir avrupa kupası maçı sonrası demeci ters gelmişti bana. yok efendim gs'li futbolcular yeterince profesyonel değillermiş, takım öndeyken oyuncu değişikliği yapıldığında koşarak dışarı çıkıyorlarmış, yani masustan ağır ağır çatlatırcasına yürüyüp zaman çalmıyorlarmış oyundan, ve de efendim top taca çıktığında koşarak topu oyuna sokmaya gidiyorlarmış, yani oyunu öldürmek amacıyla topun taca çıkmasını fırsat bilip yavaş hareket etmiyorlarmış. helal olsun o oyunculara o zaman! ve de kahrolsun profesyonelliğin ahlakı! anlamıyorum gerçekten. bu sözleri Rijkaard yerine başka biri deseydi çok daha göze batardı eminim.


boykot dışında boykot

bugünkü yazımda (http://sureyyyabirgun.blogspot.com/2010/09/boykot-ama-cok-gec.html) bir noktayı atlamışım.
boykotun kendisi, yani oy atmamak, sandığa gitmemek, şehirde, şehirlerde pek bir ey ifade etmiyor olabilir, siyasi bir karşılığı olmayabilir, ama boykot propagandasının karşılığı var. son ana kadar boykotun propagandasını yapmak siyasi bir etki yapmak anlamına geliyor.

Sungur Savran'ın Radikal II'deki yazısını okudum biraz önce (link veremiyorum bugünkü gazete olduğundan daha koymamışlardır internete). Genel Prova başlıklı yazı. Sungur Savran'ın Radikal II yazılarını iki açıdan keyifle okuyorum bir süredir, birincisi yazıların kendileri keyifli, ikincisi de Radikal II'de çıkmaları keyifli. aynı yazılar sosyalist bir mecrada çıksa kaybolup gidecekken bu şekilde yayınlanınca okunuyor veya okunuyordur diye tahmin ediyorum diyelim.
önerdiği üçüncü cephe için mücadele benim önerdiklerim de hayli yakın.
bir ekleme yapıyorum ben, solun özneliği ve sol bireylerin dönüştürücü öznelik duygusunu ve erkini geri kazanmalarını çok önemsiyorum. solcu erkini devretmeyen olmalı.
Tekel direnişinin önemini Savran sadece sınıf savaşı temalarının geri gelmesi olarak koyuyor. ben başka birşey daha görüyorum. sınıf savaşı temalarının geri 'getirilmesi'!!
ne demek bu, yani solcular geri getirdi kendi kendine gelmedi. aynı 1 Mayıs'ı solcuların Taksim'e geri aldığı gibi. burada erki devralan ben değiştiririm değiştirebilirim, kazanmak arzu edilirdir ve mümkündür diyen bir özne var.

üçüncü cephenin bireylerinin yaratılmasına dikkat kesiliyorum yani bir yandan da.

boykotu haykıran bir birey böyle bireydir.

bence Tuğrul Eryılmaz bu referandummania sürecinde çok başarılı bir gazetecilik yapıyor Radikal II'de. tabii hakkını yemeyeyim belki onun dışında başka emek verenler karar sürecine katkıda bulunanlar da vardır. benim bildiğim Eryılmaz. ve çok iyi buldum Radikal II'yi bütün süreç boyunca. bugünkü ilave de yine başarılıydı. ne olacak acaba Referans radikal'i yutacak diyorlar, çok da bilmiyorum nasıl olacağını. ama sanırım radikal II'nin eksikliği hissedilir. tabii Eryılmaz kalır mı gider mi devam mı eder nasıl olur. hiç kestirebileceğim şeyler değil.

geçen sene miydi evvelki sene mi radikal tabloid tipte olacak muhabbeti vardı. sonra o bitti bu kez de Referans'a düşecek başladı. ve sanırım bu nihai...

son haftalarda Radikal'de dizgi hataları da çok arttı farkında mısınız? tam bir gemi sallantıda modu herhalde...

bu arada, bir gazete olarak Birgün'ü de eskisinden iyi görüyorum. referandumdaki ağır hayırcılık benim desteklediğim birşey olmamakla birlikte net bir siyasi dinamizm kattığı kesin gazeteye. artı yazı kaliteleri eskisinden iyi gibi geliyor. bir gelişme var bence gazetenin toplam ürettiği değerde. eskiden sadece dayanışma duygusuyla alıp okumadan okuyamadan bıraktığım çok olurdu. şimdi her gün hem alıyor hem de okuyacak bir sürü şey buluyorum.

geçen perşembe verdikleri manav falan posteri gibi sululuklar biraz tadımı kaçırmıştı ki L. Doğan Tılıç'ın içerden eleştirisini okuyunca rahatladım. demek ki bazen böyle olabiliyormuş, mücadele kazası gibi bir durum herhalde...

unutmadan, Tuğrul Eryılmaz'ın geçen haftalarda çıkan İletişim-Birikim retrospektif söyleşisi de çok iyiydi...





15 Mayıs 2010 Cumartesi

gerry

gerry -ne beckettvari filmiş meğer--
gus van sant'ın daha yakın tarihli (2007) paranoid park'ını o kadar tutmamıştım. gerry (2002) daha iyi, daha Mercier ile Camier imiş.
başroldeki diycem ama zaten toplam 2 oyuncu var:
casey affleck -ah bu adi adam nasıl da ağzında geveleyerek sinsi sinsi konuşuyor... jesse james'in arkadan vurma rolünde ne kadar da isabetti...
diksiyonu bile mertliğin reddi gibi...
matt damon da diğeri -ki o bir süredir benim için jason bourne.
jason bourne'u bir kendi kendiyle çarpışma filmi gibi okuyarak aksiyonları da prezantabl hale getirebiliyordum--


1902 doğumlular

1902 doğumlular bayaa esaslı kitap çıktı iyi mi! nasıl da karanlıkta beklemiş kitaplığımda yıllarca.
Ernst Glaeser'in romanından bahsediyorum. 1902 doğumlular. Toplum yayınevi bundan tam 40 yıl önce basmış. daha benim doğmama iki yıl var. çeviren Öner Ünalan'ı da şöyle bir araştırdım, o da toplumcu davaya gönül vermiş biri gibi göründü. zaten kitabı da politik romanları hafiften arka arkaya elden geçirme düşüncesiyle elime almıştım. ama iyi çıkmamasına da razıydım, ne yapmış, nasıl yapmış ona bakacaktım. meğer hemingway'in silahlara veda'ya referans aldığı 2 kitaptan biri diye de anılan bu kitap hemingwayin ifadesiyle gerçekten de "damned good book" imiş.
1928de yayınlanmış. türkçesi 1970. sonra can da bir 2. baskı yapmış 1981de. sonrası yok. son baskısı da yaklaşık 30 yıl önce yani. halbuki, savaşa meraklı toplumumuza karşı, bu tür savaş karşıtı klasikleri diri tutmalıydık, tutmalıymışız. savaş karşıtı roman denince zaten ilk akla gelmesi gerekenlerden biriymiş de artık benim de ilk aklıma gelenlerden biri olacak.
12 yaşında bir çocuğun dilinden kitap. 16ya kadar geliyor.
1902liler, yani savaşa alınmamış son sınır doğumlular. 1901li olsan askersin. birinci dünya savaşı.
cinsellikle kurulan tuhaf ilişki -sınıf savaşımının sol milliyetçiliğe evrilişi (savaş ilan edildiğinde şehrin işçi önderinin attığı milliyetçi nutuklar bugünkü türk milliyetçi komünistlerine uzaydan gelmiş tuhaf yaratıklar olarak bakan sol liberal dile bir cevap diye de okunabilir sol milliyetçilerin bir teşhiri, alın siz işte bunu yapıyorsunuz diye de okunabilir. her ikisi de doğru: yani hep yapılan sol milliyetçiliğin ne feci birşey olduğu doğru, hem de bunun bizimkilere özgü olmadığı, modernite ile birlikte geldiği, marksizmin tarihine içkin olduğu da doğru)
savaşın çıktığı anki şenliği anlatan sahne gerçekten de unutulmaz bir savaş karşıtı sahne. savaş ilan ediliyor, tam bir şenlik havası, şarkılar, türkler, nutuklar, düşmanlıklar sona ermiş, büyük sevinç, kolektivite duygusu, birliktelik, güvenin geri tesis edilmesi, bir çocuğu bütün ümitsizliklerinden çekip çıkaran bir savaş müjdesi anı -ve ilk kusma...
sağolsunlar, toplum yayınevi de öner ünalan da...

glaeser'in diğer kitaplarından yalnızca biri can'dan çıkmış bir ara. ama şöyle bir araştırınca bu durumun çok da problem sayılmaması gerektiğini anlıyorum. Glaeser'in savaş sonrası eserleri zaten hiçbir yerde öne çıkmamış kitaplar. (ama insan gene de merak ediyor.)

bana yer yer Robert Walser'i de hatırlattı nedense. çocuk dili/perspektifi yüzünden belki.
Jacob von Gunten!
ne kitaptı ama--
Doğan basmış, tükenmiş, kayboldu...
bendeki kopya da başkasında şimdi...

doğan'ın böyle tek kitaplık yakalamaları var, devamı nedense gelmemiş: vila-matas gibi...

ayça seren ural

yıllardır benimleydi Pogo, Ayça Seren Ural'ın kitabı, yeni okudum. hep böyle geriden geliyorum zaten bilen bilir. 7 yıldır benimleymiş kitap. bir gün punk-edebiyat veya yeraltı-edebiyatı gibi bir konuda yazacak olursam düşünecek olursam okurum diyordum galiba bir ara gözüme iliştikçe. neyse, velhasıl, sonunda içine düştüm.
gerçekten bir punk kadını maceraları-anıları, altkültür yaşamından, ergen psikolojisinden örneklerle dolu. böyle bir beklentiyi karşılıyor görünümde. onun dışında başka şeyler de var ama. ağlak değil bir kere, fazladan edebi değil, sevdim kısacası. Genç Thelma and Louise -veya ilerledikçe bir Baise Moi estetiği. 2 genç kızın, biri zengin çocuğu diğeri daha alt sınıftan (orta veya ortanın altı), biraraya gelip bir yakınlık grubu, bir takım oluşturup aşklarıyla macera arayışlarıyla sınırları tanımazlık üzerinden kendilerini kuruşlarıyla eski deyimle bir 'serüven' yaratmaya odaklanmaları. Thelma ve Louise 1991 yapımıymış. Baise Moi 2000. aslında Baise Moi daha ağır basıyor -nihilizme de yakınlığıyla. cinsellikten de sert geçişiyle. galiba 2000 yılının başka bir olayıyla birlikte okumak gerek: Ingrid Noll'un Sevdiklerimin Kelleri adlı romanına... Sevdiklerimin Kelleri gerçekten çok etkili bir kitap, Türkçedeki basımı 2000 (İletişim, çev. Erol Özbek). Can yayınlarından da 3 kitabı çıkmış, onları okumadım, arayıp bulmaya değebilir. Sevdiklerimin Kelleri'nde iki genç kızın Amok koşuları cinayetlerle inanılmaz yürüyor. (Galiba 2003 tarihli Perihan Mağden'in İki Genç Kızın Romanı da bu paranteze alınmalı).
neyse, ben Ayça Seren Ural'ı sevdim, hemen idefixten baktım, o yıllarda ardarda 2 kitabı daha çıkmış, en son 2005te. O kitaplara da ulaşmaya çalışmak gerek. Kitabın sonundaki Stüdyo İmge kitapları listesine bakınca şaka maka Stüdyo İmge'nin zamanında bir yeraltı edebiyatı hattını iyi yakaladığını görüyor insan. Biz de 2002'de Stüdyo İmge'de bu hattın siyaset ayağına bağlanan kitaplar yayımlamıştık. Başka Bir Dünya Mümkün ve Bağbozumları. Hatta TAZ.
bugün ne yaptığını de merak ettim. internetten bakınca 2005den bugüne bir sessizlik var gibi.
aslında kitap salt pogoyu anlatmıyor, pogodan amoka giden bir yolu anlatıyor. ya da belki de pogo hep buydu...




15 Şubat 2010 Pazartesi

ilk Buzz mesajımı attım... Neval'e sordum şimdi bu Buzz hangi ihtiyacımızı karşılayacakmış biliyor musun diye... feysbukun fazlalıklarından ve twitterdan kurtulacakmışız!
feysbuk sayfasını açıp elini çenesine koyup öylece, uzun uzun seyredenlerden bahsediyor bülent.
herhalde bu işlev feysbukun fazlalıkları arasında sayılmaz. özel bir işleve benziyor.
belki ben de Buzz sayfamı açar, elimi çeneme koyar ve seyrederim...
uzun uzun...

3 Şubat 2010 Çarşamba

yarın genel grev var!

işte bir sevgililer günü!
14 degil 4 Şubat genel grevi--

1 Şubat 2010 Pazartesi

vize mize müze

Tan Morgül'ün Vizesiz.net sitesine sonunda girdim. bir yerlerde duymuştum daha önce ama bilgisayar başındayken hep unutuyordum.

nasıl hatırladım: Gabriel Kuhn'un (anarşist yazar ve aktivist) ABD'ye giremezler listesine nasıl alındığını ve sınırda başından geçenleri blogundan okurken:
http://www.pmpress.org/content/article.php/20100129101337126

Çalışmazdık Asla

BirGün'deki son yazımın (http://sureyyyabirgun.blogspot.com/2010/02/calismazdik-asla.html) başlığını Çalışmazdık Asla olarak attım ve referans ne kadar görünür merak ettim. Tanju Okan'ın şarkısını dinleyerek yazmıştım yazıyı. (http://www.youtube.com/watch?v=_stO5iBYtaY)
Ah Bir Zengin Olsam! vs vs
Çalışmazdık Asla!
yaba daba dibo...
Damdaki Kemancı'ya göre enteresan bir ekleme salt bu Tanju Okan versiyonunda mı var başka versiyonlarda da var mı bilemiyorum. ekleme dediğim en sonda söylediği şey: zengin olsaydım yaba daba vs mutlu olmazdım belki de ben yine, diyor ya...
ingilizcesinde göremedim bu soru işaretini...

Tekel İşçilerini sokakta traş eden dayanışmacı berberler ne güzeldi.

ispanya devriminin anarşist berberler sendikası geliyor akla...

genel grev, her kahvaltıdan sonra...

14 Ocak 2010 Perşembe

kayıp Gandhi

Kılıçdaroğlu, 'Dersim Kapanımı' sürecinde Gandhi estetiğini tümden kaybetti, öte yandan Gandhi estetiği pek buralarda popüler olacak gibi değildi zaten -hele şu sıralar.

Türkiye'de herkes Gandhi'yi öldüren adam olmak istiyor belki de...

(miniminnacık Yeni Delhi seyahatim sırasında bu suikastçının kaldığı otelde kalmıştım. koridorlar, merdivenler, bu bilgiyle bir huzursuzluk edinmişti.)

çakkallar ve yeni kuruş

yeni yıla girdik ve her bakkal ve her çakkal, neredeyse istisnasız ve değişik semtlerde, ısrarla elinize para üstü olarak tedavülden kalkmış yeni kuruş bozukluklarından sıkıştırmaya çalışıyor.

duyduğuma göre müşteriler de aynı dolandırma diliyle karşılık verme eğilimindelermiş.

pazarlar kim kime geçersiz para kakalayabilirse yerleri olmuş.

bu sorun, yani yeni kuruşlar tedavülden kalktığında piyasada toplam bozuk paraların yaklaşık yüzde ellisinin olması sorunu, halk tarafından böyle çözülmekte. Mesela halkta genel olarak “kardeşim biz tanımıyoruz senin bu tedavül medavül laflarını eski yeni bütün kuruşları kullanacağız” deme eğilimi hiç yok. Bunun tersi olabilecek, tamam tedavül uygulamasına uyacağız ama sürekli bir kim kimi kazıklarsa ortamı yaratmadan bu işi çözelim arayışı da yok.

Bu durumun genel ahlak-sorunu iması bana linçsevme ve linçci olabilecek fırsat arama karakterini de hatırlatıyor.

İstanbul’un farklı semtlerinde karşınıza çıkan Kapatıyoruzcular da bir tür linç sevgisine yatırım yapan yerler değil mi? Bir dükkan direkt kapatıyoruz levhasıyla ve atmosferiyle açılıyor, ilk andan itibaren alıcıda vurgun yapıyorum, bir tür yağma faaliyeti içindeyim, düşene vuruyorum, duygusu veriyor, ve bu en yaygın ve cazip duygular arasında. ucuza kapatacağına ikna oluyor -alışverişi, öldürmeyi, yeni kuruşu...

şakasından çevirirsek:

bakkallar çakkallar neden bu kadar zıtlar yeni kuruşa acaba. ne olur yani toplasınlar biriktirip götürsünler bankaya değiştirsinler. ben olsam hatta pencereye "yeni kuruş alınır" levhası asardım. ki belki bu yüzden iyi ki ben değilim.

(bu arada yeni kuruşları çakkallardan toplayıp bankaya götürüp yenisizleştirip bu işten komisyon alanlar türemiş diye duydum. işte bir iş !)