18 Ocak 2009 Pazar

*Meğer Nazım da Üsküdar Paşakapısı Cezaevinden geçmiş. birşeyler okurken bu tip mekan adları bellekte hiç tutunamadan kayıp giderler çoğu kez, en azından bende. ama böyle yaşanmışlıklarla birleştiklerinde birden çınlıyorlar. Musibet Üsküdar diye bir kez daha söylendim bunu okuyunca...
bunu derken, aslında Vera Tulyakova'nın Nazım'la Son Söyleşimiz'ini okuyordum. ben gerçi Nazım'ın son dönem şiiri üstünde durmak istediğim için alıp okumaya başladım kitabı. Yasakmeyve'deki yazıda da bahsetmiştim bundan (http://surmetinler.blogspot.com/2008/11/yasakmeyve-say-28-eyll-ekim-2007.html)
fakat birden insanların yaşamlarıyla ne kadar az ilgilendigimi farkettiğim için -bu kendi yaşamımdan kaçma davranışıyla örtüşüyor da olsa gerek- cahil bir merakla bakıyorum bir yandan da bu metinlere. mesela Cemal Süreya'nın hayatı hakkında sanırım en az şey bilen günümüz edebiyatçısı benim :) Hatay meyhanesine bir dönem sanki onunla da buluşuyorcasına gidip durmuş olmama rağmen üstelik. çapkın olduğunu biliyordum. ama bu çapkın sözü neye denk geliyor pek belli değildi. çapkın işte. her düğmesine dikene evlenme teklif eder dediğini biliyordum Ece Ayhan'ın. bu lafın anlamını da meğerse anlamamışım. sonradan Marco Ferreri'nin La Grande Bouffe (Blow Out, 1973) filmini seyredince ve orada kadının pantalonunun düğmesini dikeyim deyip yaptıklarını ve sonra da evlenişlerini görünce tüm lafın bu filme göndermeli bir espri olduğundan emin oldum. zaten yıllar da sanki çakışıyor. (Şimdi birden Cemal Süreya ile ilgili bir de sırrım olduğunu farkediyorum.)
Süreya'nın 13 Günün Mektupları'nı ve Feyza Perinçek'in kitabını bir dakka nasıldı bu yaşam diye okudum, şiirle ilgili bölümleri zaten tamam da aşk evlilik aile vs nasıl geçmiş...
bunun yanında anladığım kadarıyla Memet Fuat'ın kaleminden çıkmış Nazım hayat hikayesine göz attım şimdi nazimhikmet.com sitesinden. satır araları acaip. hele son yıllarını anlatırken.
Trajik birşeyler
camda bir delik var--

*Başkaları için ölen, ölmez sonsuzca /Sevdalı Bulut'tan.
bu Sonbahar filminin de dertlerinden biri değil mi? Kanlar Ülkesinde Karnaval'daki dertlerimden biri de bu değil miydi?

*Uğur beni korkutuyor. çaktırmamaya çalışıyorum ama beceremedim galiba.

*Bir gariplik de şu, annem evde hep Nazım'ın hayatından bahsederdi bana halbuki ilkgençliğimde, ben onu hiç dikkate almamış duymamışım sanki. Vera'yı parti kocasından boşandırtıp ihtiyar Nazım'la evlendirtti deyişini ve gerçek olup olmaması mühim değil, bu anlatıda bulduğu acı ve trajediyi mesela çok net hatırladım kitabı okumaya başlayınca. demek tümden de dinlememezlik etmemişim. ama bir şekilde de dinlememişim. bir yerlere mi gizlemişim içimde dışımda köşede bucakta kimbilir.

*Sar-s-mak isteyen Bach’dan bahseden Nazım –çünkü sarsmak istiyorlardı, çünkü farklı insanlardı, sarstılar...
Sarsıntı iyi geldi onlara. Sarsıntısızlık kötü. Nizami, mutluluğun resmini boşver, ölümsüzlüğün gizini çözmemize yardım et...
Sarsıntılar mıdır hayatta kalan, direnen ölüme, ölümün dayattığı duranlığa –halbuki sarsıntılar hep öldürür de bir yandan.
Sarsıntılaşarak ve ölümün yerine geçerek mi ölümsüzleşir insan –ölüm-olarak.
Ölüme karışıp kendini ayırdedilemez kılarak ve ölüm yaşadıkça böylece var olarak.

İtiraf edelim –ben de daha ilk öykülerimden birinde karşıma direk ölümsüzlüğü almıştım. Ölümlü olduğunu tespit eden her canlının böyle yapacağını iddia ederek. Sonra bunda ahlaksızlık buldum galiba, bıraktım. Sonra sonra bir baktım geçenlerde Cumhuriyet Kitap'ta Enis Batur günümüz için yazmayı ahlaksızlık, ölümsüzlük için yazmayı erdem olarak gösteriyor. Halbuki yüzyıl iki yüzyıl sonrası için ve giderek ölümsüzlük için yazmaktaki kibir utanılası geliyordu bana nicedir. İçimde böyle şeyler varsa da bunları saklıyordum. Gündelik hay huy için yazıyorum. İşte böyle demek erdemli olan seçenektir gibi gelmişti. Şimdiyse böyle masaya koyup düşününce hiçbiri inandırıcı değil, çok az düşünüp sabitlemişim bu hayati meseleyi. Bir de metinlerin kendilerini düşünmeye göre bu meseleyi düşünmeyi ahlaksızlık sayan bir yanım da var galiba. Ben romanımı sümkürüyorum, ben şiirimi savuruyorum, çekilin önümden, diyen bir yanım var besbelli...

*"ölenin ardından peki beyin enerjisi nereye gitti diye sormuş Nazım. ben de annem ölünce hissetmiştim bunu: kanser metastaz falan tamam da fikirler dünya görüşü beğeniler binlerce yorum değerlendirme duygulanım nereye gitti?
bir şair olarak bunların yokolduğuna inanmıyorum demiş Nazım.

*Bu arada fotoğraflarına bakınca Nazım'ın Bora'ya ne kadar çok benzediğini bir kez daha gördüm. Bora'nın şair olmaktan başka seçeneği yokmuş meğer !
Çerkezlik ortak paydasından mı geliyor bu benzerlik acaba...

*İngiltere'de en sevdiğim bisküviler:
Tuc (aynı Ülker Çizi)
ve McVitie's Hobnobs (Eti Yulaflı'nın bir versiyonu. biraz daha dayanıklı ve lezzetli diyebiliriz sanki. bir de üstü çikolata kaplı çeşitleri süper).
Tuc Morrisons'da indirime girmiş, her uğradığımda bir paket atıyorum sepete.

*burda kaldığım ev aslında çökmekte galiba. geçen seneden beri düzeltilemeyen kombi meselesi gene diplerde. ısınamıyoruz burda. artı bir de buzdolabı aşırı soğutmaya başladı. son kullanma tarihi yaklaşıyor indirimine girdiğini görünce aman da deyip sevdiğim cherry domateslerden almıştım, buzdolabı bunları buz-domates kılmış bir günde. sonra dışarda tuttum ama tat mat kalmamış rezil olmuşlar. sandviç içine katıp mikrodalgaya koydum daha da beter oldu. burnumdan geldi cherryler.
salatalık turşusu almıştım koca bir kavanoz, o kavanoz da buz tutmuştu ama turşuların durumu iyi, içindeki turşu suyu böyle buzlanmıştı falan çözülünce de tadı bozulmamış nedense.
gene indirimde diye Brie peynir almıştım, o da rezil oluyor, dışarda kokuyor diye buzdolabına koyuyorum donuyor dışarı alıyorum kokuyor. bir an önce bitirsem iyi olacak.
evsahibine söyledim ama ne yapar ne eder bilmiyorum, buzdolabı bomboş, diğer odalardaki kiracılar da yiyeceklerini çıkarmışlar çoktan. en son ben uyandım belli ki. bir Çinli bir de Tayvanlı öğrenci kalıyor diğer iki odada, bir oda da henüz boş. o boş odayı bir tür korsan mekana dönüştürdük, mikro squat. başka şehirlerde kalan anarşist arkadaşlar, mesela Lancaster'dan Matt veya Leicester'dan Saku veya Stirling'den Gwen ne zaman Loughborough'ya gelseler gece oradaki yatağa gizlice giriyorlar ve sabah erkenden çıkıyorlar. evsahibi de durmadan yeni yeni kiracılara gösteriyor odayı ama kimse tutmuyor. eh, kombi çalışmaz, buzdolabı çalışmazken biraz zor. (kombi için hem cumartesi hem pazar tamirci geldi. ama sanmıyorum yapabileceklerini. bozuk bu kombi. ki gene olmadı. 15 dakka yanıp sönüyor. hep böyle. Warhol'u üstüne alınmış.) bir de evarkadaşlarımın küveti büyük bir hızla saçla doldurmaları berbat meselesi var hayatımda. küvetin kenarında bir uyarı da asılı şimdi ama takan pek yok. uzun uzun simsiyah kalın saçlar. (Az kalsın kalın siyah Asyalı saçları diyordum).
acaba Nazım veya Neruda olsa bu saçlara bir methiye yazarlar mıydı?

normalde başka bir taşınacak oda aramam gerekir aslında, ama nasılsa bir iki aya kadar kaosun başkentine dönücem ve ağustos eylüle kadar buralarda yokum. ve üstelik böyle nasılsa diye diye ne zamandır burdaki kötü koşullara katlanıyorum, bir de burdan ucuza daha iyi bir yer zaten bulamazmışım gibi geliyor. bir de çok taşındım ben hayatta yeter.

gençliğinden beri babasının ona aldığı bir evde oturan bir arkadaşım geldi aklıma. acaba kıymetini biliyor mu? 15 yıldır ne çok kira ödemişimdir kimbilir. ve de kira ödemek hep en ana gider kalemlerinden biri oluyor. en ağır baskı. mortgage falan da yok hayatımızda.

*yazar anayurdunun vicdanı mıdır? mesela bugün Türkiye'nin vicdanı olan bir yazar ne söylerdi?
en son böyle ne söylenmişti?

*Esra Özyürek'in Modernlik Nostaljisi'ne başladım bir yandan. kitap çok iyi başlıyor da esas ithaf müthiş. tezlerden önce teşekkür bölümü akılda kalıyor. insanlarla bağ kurmak için bu çalışmaya giriştiğinden bahsetmesi, ABD'de aldığı esas hediyenin eşiyle tanışmak olduğunu söylemesi, annesi ve babasını daha iyi anlamak için yaptığı çalışmanın bir neticesini elimizde tuttuğumuzu söylemesi, ablam gibi güzel olmak istedim hepsi bu deyişi... bunlar herhangi bir bu kitabı şu şu ve şunların sabrına ve tarifsiz yakınlığına ve anlayışlarına borçluyum tarzı ithaflara beş basan, gerçekten çok tatlı cümlelerdi...

*porno terimlerinin tercümesi meselesi mi diye ele almak lazım bu meseleyi acaba yoksa başka şekilde mi adlandırmalı. yıllar önce Fisting'in ilginç bir çevirisine Tomris Uyar'ın çevirdiği bir Kurt Vonnegut romanında rastladığımı hatırlıyorum. Bilekleme mi demişti Uyar orda? herhalde Yumruklama demiş olsa ilginç gelmezdi. Erden'le de konuşmuştuk bunu ama gene unuttum işte.
doğrusu eğer bilekleme dediyse hiç fena bir karşılama değil. her ne kadar elin yumruk yapılmasının anlatımı mühimse de bizde bilek hareketleri diye geçen hareketlerle bir açık akrabalık da var sonuçta.
mesela bir başka kitapta da Linda Lovelace'in meşhur Deep Throat'unun Sapına Kadar diye çevrildiğini gördüm. (Bence filmin orijinal ismi en azından verilmeliydi.)
Sapına Kadar mı yoksa Köküne Kadar mı demek lazım? şöyle bir googlelayınca her iki kullanımın da Türkçe porno öykülerde veya sitelerde geçtiğini gördüm. acaba film zamanında Türkiye'de oynadı mı, ne adla oynadı?
Deep Throat'u birkaç yıl önce bir internet sitesinde bulup indirip izlemiştim. o filmlerdeki mizah öğesine artık günümüzde ihtiyaç duyulmuyor, bu konuda kesin birileri birşeyler yazmıştır. 70'lerin naifliğine dahil herhalde bu da. Masumiyet Müzesi geldi aklıma. tabii orda bahsedilemezdi bundan. ama Türk pornografisine özgü bir tutum da değil bu belli ki. Hulki Aktunç'un bir kitabı vardı, neydi, Erotologya. orada sanki bir dünya pornografileri karşılaştırması vardı. Ovidie'nin Türkçede de bir kitabı çıktı, Oyuncu Olarak Beden, Ovidie orada pornografi ile ilgili hemen bütün genellemelerin sadece kötü pornografiyi bağladığını söylüyordu şikayetle.
pornografi ile erotizmin arasındaki ayrımın altını kalın kalın çizenlere hep kuşkuyla bakmışımdır. biraz Cemil Schick bir kuşku. Savaş'ın çevirisiyle...
bir diğer terim karmaşası da BDSM için kullanıldığını gene bir kitapta gördüğüm KDSM! sanki Kamu Daireleri Sado Mazoşistleri gibi geliyor kulağa di mi? :)
şöyleymiş: Kölelik, Disiplin, Sadizm, Mazoşizm kısaltması.
Bondage halbuki kölelikten ayrı, kölelik ayrıca kullanılan bir terim. (bir de muti var ki ortadaki S'nin ikinci içeriği olabilir.)
documenta 12 sırasında Brian Holmes ile birlikte bir Documenta metaforları konuşması yapmıştık. orada Brian "bondage" metaforunu mesela seçmişti.
sitesine de koymuş: http://brianholmes.wordpress.com/2007/07/08/documetaphors/

Abu Ghraib ve pornografi vs üzerinden giden doğu-batı uygarlık temalı yazımı bir kez daha ele alıp tazelesem ve yeni bir güncel formata soksam mı acaba? orada önemli bir tema vardı tekrar işlenesi elden geçirilesi sanki.
Ölmekte Olanın Yüzüne Bakarken yazımı da yeniden ele almak istiyorum. Üçüncü anarşist canlanma'yı da. böyle hep eski yazılarını tekrar tekrar yazan bir derviş mi olsam. karanlık bir köşede....

Tomris Uyar hakkında da bir sırrım varmış meğer.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder