12 Ocak 2009 Pazartesi

en önemli şeyi en sessizlikle söylemek

en önemli şeyi en sessizlikle söylemek
goruyorum ki bu blogla da yapılabiliyormuş...

*Çekirdeksiz sanat dergisinden aldım Simurg'dan gelmeden. Özcan alper söyleşisi okuyayım diye. meselesi olan sanat yapıyım olsun bitsin demiş sürekli. ben aynı vurguyu yapmak üzere hep "derdi olan" derim. dert mi/mesele mi...
Simurg'u özlemişim. Pandora'nın karşısına açılan Pandora Afrika'yı da ilk kez bu gidişte gördüm. (yanlış hatırlamıyorum di mi, orada eskiden bir afrika barı vardı...pek güzel dansedilen.)
bir çocuk, büyüyünce ne olacaksın?
-çekirdeksiz karpuz olucam!

*Gaziosmanpaşa'ya ben daha önce Atlas dergisi için gitmiştim. ama o zaman da bir garip rastlantı duygusu ile gittim. çünkü ben vakti zamanında Baudrillard'ın Amerika'sını okurken, buradaki metin-hareket mekan-okuma akış-geçme vs tutumlarıyla Gazi Mahallesi'nin kitabını yazsam diye hayal kurmuştum. Amerika'nın politik versiyonu -bu anlamda tanınmayacak bir hale gelmiş hali. sonra bu hayali gerçekleştiremedim, araya birşeyler girdi, Cevat Çapan'ın dediğini Bora'yla hep hatırladığımız gibi, ("araya her zaman birşeyler girer/Bazen kendi sevincinin kanat gölgesi...) derken Atlas'ın özel İstanbul ekine Gazi'yi yazma fırsatı doğmasın mı? Atlas okurunu da gözeterek daha yaygın bir zemine yedirmeye çalıştığım o yazıyı yazdıktan sonra, olmadı, Amerika Mahallesi için başka bir ritmle girmem lazım sokaklara diye düşünmüştüm ve sonra gene araya birşeyler girmişti. (O Atlas yazısını da yazılar bloguna koysam mı acaba)
üçüncü ziyaret ise en özeli oldu...(görüyorsunuz Amerika kitabını okumamı ilk ziyaret sayıyorum)

*Türkiye'deki anarşistlerin de maçoluklarından erkekegemenliklerinden şikayet geldi geçen gün. vaziyetin korkunçluğunu az çok biliyorum. bilebildiğimden de fazlasıdır kesin. ama bunu anarşizme bağlama eğilimini hemen o anda reddettim -birincisi bu iş bir ülkedeki/bölgedeki siyaset kültürünü yansıtır. Türkiye'deki siyaset kültürü her neyse (ve giderek kültür) onun içindeki her şey de tonunu alıyor elbet. bunda garipsenecek birşey göremiyorum. Başka bir yerde de gender meseleleri farklı yerleşmiştir kültüre, oradaki ortodoks marksist bile bizim anarşistten daha erkekdeğilizdir. İkincisi, şunu da teslim edelim, Türkiye anarşizmi en başından beri Türkiye solunu gender meselelerinde esnetme işlevini aksatmıyor. bunu bir görev edinmiş durumda. özneler haliyle aksıyordur belki yer yer yalanlıyordur o ayrı bir araştırma konusu, ama toplam etkinin epey bir çekiştirme epey bir esnetme, erk dağıtma rolü oynadığını akılda tutmak gerek. ben bu anlamda türkiyedeki anarşist birikimle "gurur duyabileceğimizi" düşünüyorum. bir etki kesinlikle yapılmıştır bu meselede. oldu bitti mi demeyin zaten hiçbir şey olup bitmez, bu alandaysa daha da müşkül herşey.

Bugunku Guardian'da başhaber otizmin ana karnında teşhisinin mümkün olabileceğine dair yeni bir araştırmaya adanmıştı. eğer otizm de down sendromu gibi anakarnında tespit edilebilir olursa neler olacak bu tartışılıyordu. makale anakarnındayken testesteron oranı yüksek olan erkek çocukların otizm eğilimi arasında yüksek oranda bağlantı olduğu iddiasına dayanıyormuş. çocuğunuzun otistik olduğunu öğrenseniz aldırır mısınız sorusu da haberin çerçevesinde gezinmekte.
ultrasonların başında titreyerek yeni beklemiş biri olarak ne desem nasıl okusam hiç bilemiyorum böyle şeyleri. pek düşünerek değil de salt duyguyla okumaya öyle çok eğilim duyuyorsunuz ki böyle durumlarda...

*balayında Piyerloti -teleferikli bir türk filmi, büyük boy bir türkan şoray albümünü kıvançla koltuğunun altında taşıyan bir adam, eyüp, bir cenaze bir düğün ve bir de balayı, havaifişeklerin yerini almış kırlangıçlar, formlar, türlü balkonlarda türlü avlularda ve dahi kentlerde yalınayak dolunay, ancak zıplayarak söylenebilen bir fikir.

Süper'de oturdum, Nevizade'de oturdum, Nevizade'den geçtim, Lades'te tavuk yedim, Simurg'tan dergi aldım, Piyerlotiden teleferiğe bindim, kahve falına baktırdım, gaziosmanpaşada fotokopi çektirdim, McDonaldsta verilmiş bir randevuyu beklerken çocuk menüsünden patatesler yedim, şehrin türlü nüfus müdürlüklerini ziyaret ettim (e-nüfus işi acaip ilerlemiş bu arada, her bir işlem bir saniye sürüyor), üsküdarda sosisli ve hamburger yemekle kalmadım güllüoğlunda da oturdum bir porsiyon baklavayı bölüştüm, paşakapısından alınmış çantada saklanmış bir simit güllüoğlunda üst katta otururken baklavaya eklendi, üsküdarın simidini hiç beğenmedim taksim meydanından aldığım simit güzel çıktı, yeni yıla taksimden kalkıp kadıköye giden bir sarı dolmuşta şöförle başbaşa girdim, dönüp 12 oldu dedi bana, evet dedim, ve şerefe dedim hayali bir kadehi kaldırarak, mutlu yıllarlaştık, mecidiyeköye kadar da başbaşa gittik, ikide bir taksilere otobüslere metrolara fünikülerlere denizotobüslerine bindim, şehrin içinde deli danalar gibi dört döndüğümü düşündüğüm anlar çok oldu, üstelik gitmek istediğim yerlere sanki gidemedim görmek istediğim insanları da hep göremedim, bir sürü şey bahara kaldı, hiç metrobüse binemedim ve gariptir vapur da kısmet olmadı, Fatihten Cumhuriyet Bahçeşehir'den Birgün Şişli'den Sabah Taksim'den Radikal Kadıköy'den Taraf aldım, rastlantı o ki Haliçte bir balık lokantasına gittim yıllar sonra, daha önce de gene bir dergi yemeği idi, yoksa kendi başıma veya arkadaşlarla hiç gittiğimizi hatırlamıyorum, adı Valentino olan bir berber buldum, akşamdan kalma uyanıp da kol böreği yemek nasip oldu, Spivak'ı ilk kez gördüm dinledim, Bhabba'yı hala görmedim, Erden bir keresinde ses kaydını dinletmişti, teyze yapımı kokoreç yedim ve de yılbaşında termosifonlu hindi, rastlantı o ki güney afrikadan gelen Nedimle gümrükten getirdiğim Güney Afrika şarabını içtik, hiç fena değil, halbuki Avustralya şarapları hep kötü çıkıyor, malatya'dan gelmiş Cezeryeleri sevdim, Eyüp'te çok tuhaf bir tip gördüm, Neval caminin tuvaletindeyken, Fulya'yı hatırlattı bana bir de Eyüp hep, kimseye söylemedim, Sabri'ye söylemediğim bir rüyada görmüştüm Fulya'yı, o rüyayı da hatırladım hayal meyal, bir akşam mistik bir an yaşadım biraz önce dedim sonra tam olarak ne yaşadığımı söylemedim, vurdulu kırdılı rüyalar da açık saçık rüyalar da gördüm, Eyüp'te sakallı aksi suratlı bir taksi şöförü biz taksi tutmaya çalışırken önümüzde taksisinden inip camiye girdi, sonra buraya Loughborough'ya geldiğimde hadi ulan yürümeyeyim bu sefer istasyondan bavul da var atlıyım bir taksiye 5 pound yazacak nasılsa diyip bir taksiye atladım ve ah, Eyüp'teki o şeriat sakallı adam, biraz pakistan havası katmış kendine sadece, ingilterede hüngürdeyerek seyrettiğim Bend it Like Beckham komedisini istanbulda bu kez de TRT'den gözyaşları içinde seyrettim, birşeyler başaran çocuklara dahil birşey oldu mu annesi bakıp nasıl da duygulanıyordur diye düşünüp duygulanıyorum kesin komik komik, ama bu sadece bend it Like beckham tarzı sportif ve başarıya giden şeylerde değil, Jean D'arc'ta da aynı şey oluyor, bu arada tarihi Jean d'arc youtube'da varmış komple, sonra Beyoğlu'nda gene garip rastlantılar ve arka arkaya gelmeler sonucu iki kere Araf'a gittim, biri çok özeldi diğeri daha özeldi, Fatih'te kağıtlarımı karıştırırken 90'ların başlarında yazdığım deneysel şiirlerimi bulup çıkarttım, ne yapıcam onlarla bilemedim, daktiloyla yazılmış, suluboyayla boyanmış şiirler, alıp Bülent'e verdim üsküdar dönüşü yeldeğirmeninde, umarım kaybetmez, Selimiyeden Çiçekçi'den de geçtim, Kadıköy'de Psikopat denilen tosttan aradım Bülent hiç tatmamış ama bulamadık gene Ayvalık tostu yedik, Mustafa filminin korsanını al da gitmeden göriyim yoksa göremiycem dedim Pınar'a ama alamadan günler bitti, az da olsa televizyon seyrettim, Çağlar'ın bilgisayarında Fifa 2009 oynadım hipnotize olmuş gibi, Yunanistan'daki anarşist ayaklanma özel hayatımdaki dalgalanmaların ortasında ansızın bitti, bir sürü metin okudum heyecanla dolaştım günlerce yazılar yazmaya başladıkça hayatımda birşey oldu devam edemedim, bir kitap yazıp kapatırsın hesabı dediler, 21. yüzyılın bu ilk anarşist isyanı üzerine bir dolu not aldım yine de geceleri kaloriferler kapandıktan sonra, bir sürü üşüdüm İstanbul'da, hani İstanbul sıcak olacaktı, bir saatliğine de olsa Özgün'de bile oturdum, cumartesi gecesiydi, korsan düğünden hemen önce, yalnız yemek söylemeniz lazım falan dediler bana, unutmuşum gibi davrandım saçma bir şekilde bu adetleri, geveledim birşeyler, dert etme aslanım için rahat olsun deseydim keşke, neyse yedik bir hamsi bir paçanga bir tavuk şiş Yaşarlarla, İmroz'da sanki ilk kez oturdum, doğru olamaz bu değil mi, olamaz herhalde, galiba dışardaki masalarda daha önce oturmuştum da içeriye ilk kez girdim, onu yaptım bunu yaptım demeye başlamadan önce aklımda daha çok yapamadıklarım ve eksik kalanlar vardı iyi ki bu listeye başladım, Migrostan Dolce Vita diye ucuz ve idare eder bir şarap buldum Tellibağ zulmüne son dedim ama meğer Tellibağ 5 iken Dolce Vita 7.5 papelmiş, Çağlarla Fındıkzadede Güzel Marmara yetmez diyerek Uygar Marmara içtiğimiz günleri hatırladım hep beyaz, ekşi portakallar yumuşak ayvalar çıktı karşıma İstanbul'da, en çok Okmeydanı'nda trafiğe takıldım, yılbaşında hediyeler aldım ve de nereden Cevahir alışveriş merkezinden, Cevahirle ilgili ilginç birşey söyleyeyim mi, orada sinemaya gittim demişken, yani benim için ilginç, orası daha inşaat halindeyken, ama inşat da denemez, oyuk büyük bir çamur deryası iken, ben orada hayatımdaki ilk filmimi çekmeye çalışmıştım, allahbilir 1990 falandı, veya 1991, çamurların arasında geçen deneysel bir çalışma, sonra yıllar sonra o yılları 90ları anlatan filmi cevahirde seyretmekle kalmadım cevahirin çıkışındaki sigara içilebilen tek kafe olarak bilinen merdivenaltı manzaralı olduğu için merdivenaltı kafesi diye geçen yerde Pınar'la konuşurken Köprüaltı'nın Köprüaltı olduğu zamanlarda yaşamış kimi köprüaltı kahramanlarını andık ve de ağzımızdan "hayatla deney yapan hayatlar/deneysel hayatlar" lafı çıktı, tamamlanamamış çamurlar içinde deneysel filmlerin koşturmasını yaptığım tam aynı noktalarda, bu merdivenaltı kafesindeki alem bir durumu da geçerken not edelim, nargile Cafe falan ışıklarla yazılı bu mekanda kavunludan narlıya elli tür aromalı nargile var, biz sade hiçbirşeysiz nargile alabilir miyiz deyince şok oldular, yok öyle birşey falan dediler iyi mi, halbuki ben cağaloğlu'nda rahmi ile gittiğimiz o yerde, neydi adı, hay allah, medrese diyesim geliyor, çemberlitaştaki o yerin adı neydi, istanbul üniversitelliler hep ordadır, neyse orda ben sadece elma aromalı bilirdim, şimdiyse aromasız nargile içeni dövüyorlar, veya cevahirde böyle bir tek, bilemiycem, ayrıldıktan sonra hayatı sevgilisine zindan eden erkek hikayeleri dinledim yine, ne çok var bunlardan, ayrılma sonrası terörü bayaa yaygın ve ciddi birşey, fatih'te Fanon kitaplarımı aradım evde, hepsini bulamadım kitaplık karman çorman olmuş, en garibi de kendi çevirdiğim Fanon biyografisini bulamadım, editörünce katledilen edisyon, onu yeniden basacak bir yayınevi de çıkmadı halbuki yazarı telif de istemiyor, akbilimi doldurup durdum ama elbil'in ne olduğunu anlamadım, şunu keşfettim taksimdeki metro istasyonunda aşağıda durup birini beklersen ve ikide bir cep telefonunu açıp çekiyor mu diye kontrol edersen ve de hep çekiyormuş gibi gözükürse sakın inanma! çekmiyor. eski telsim yeni vodafon hesabımı kapattım sonunda. taksimde tümden ümitsiz gözüken bir adamdan piyango bileti aldım. ideal piyango satışı buymuş gibi geldi -ümitsizliği cisimleştiren bir adam, isteksizce yarın çekiliyor demekte, biletin üstünde de aynı ümitsizliği beslemek üzere "gerçek ödül yaşamdır" yazıyordu, esas ikramiye çıktı bile, bak işte kendine ve bileti aldığın adama, işte sana iki talihli! numaram da süperdi, hala aklımda, 0 444 881. bir call center numarası gibi, acil yardım hattı, yaşam ikramiyesi telefon hattı. kimdi o eski şair, tanrı ile telefon konuşmalarını anlatan, tanrı ile görüşme demişken, Salman Rushdie'nin yeni kitabı çıkmış, half price, uykum olmasına rağmen yazıp duruyorum, halbuki erken yatıp sabah dinç kalkıp çalışmaya başlayacaktım, ben böyle bir sözün örtülmesi havasında blog yazadurayım meğer günümüzün en popüler bloğu şuymuş: bir coyote'nin evde büyütülmesinin kroniği...

2 yorum:

  1. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  2. Süreyyacım, o medersenin adı Çorlulu Ali Paşa Mederesesi. Çemberlitaşta. Sen gelince beraber adaçayı ya da elmalı içmeye gidelim hatta. Sen istersen sade nargile de içersin orda. Tömbek mi deniyordu o sadcetütün sarma nargilelere?

    YanıtlaSil